O Okuma Vakti
Download http://bigtheme.net/joomla Free Templates Joomla! 3

Sohbet

GÜNÜN SOHBETİ
KARDEŞLİK HUKUKU
Yeni söylemler, akımlar, modalar “din kardeşi” sözünü gözden düşürmüşe benziyor. Allah’ın kardeş kıldığı insanlar birbirinin nesi olduğunu unutuyor. Başka aidiyetlerin sahte cilasına gönül veriyor. Müslüman, tarihin hiçbir devrinde, hiçbir yerde Müslümanlığını göz ardı ederek huzur bulmadı. Müslüman, kardeşini hor hakir görerek izzete kavuşmadı.
Hz. Peygamber s.a.v. insanları İslâm’a davet etmeye başladığında, öne çıkardığı en temel ilkelerden birisi, soyuna sopuna, ırkına kabilesine hiç önem vermeden inananların kardeş olduğunu beyan etmesidir.
Bilâl Elbette Habeşli, Selman İranlıdır. Fakat ne onlar bu nisbetlerinden dolayı övünmüş veya yerinmiş, ne de diğer müslümanlar bu aidiyetlerin kullanılmasından dolayı birlik ve beraberliklerine zarar geldiğini düşünmüşlerdir. Çünkü bütün bunların üstünde “iman” gibi bir kardeşlik bağları vardır.
KÖKENCİLİK YAPANIN YERİ
Allah Rasulü s.a.v. buyurdu ki: – Asabiyetçiliğe (kökenciliğe, ırkçılığa) çağıran bizden değildir. Asabiyetçilik için savaşan bizden değildir. Asabiyetçilik üzere ölen bizden değildir.” (Ebu Davud)
Aynı hadis-i şerifi, sözleri biraz değişik olarak İmam Müslim, İbn Mâce ve Nesâî rh.a. de şöyle rivayet etmiştir: “Kim körü körüne çekilmiş bir bayrak altında, asabiyetçiliğe (kökenciliğe, ırkçılığa) çağırırken yahut yardım ederken öldürülürse, bu bir cahiliye ölümüdür.”
EFENDİMİZİN KARDEŞLERİYİZ
Kendisine yetişemeyen, kendisini göremeyen ümmetini “kardeş” olarak kabul etmiştir.
Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: Peygamberimiz (s.a.v), bir gün kabristana geldi ve
- Allah’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minler yurdu! Biz inşaallah size kavuşacağız. Ama kardeşlerimizi görmeyi temenni ederdim, dedi. Ashab-ı Kiram:
- Biz senin kardeşlerin değil miyiz ya Resûlallah? dediler. Resûlullah (s.a.v) şöyle cevap verdi:
-Sizler benim ashabımsınız, “kardeşlerimiz” ise henüz dünyaya gelmeyenlerdir. Onlar beni görmeden bana inananlardır”. (Müslim: Taharet 39; Nesaî: Taharet 109; İbn Mace: Zühd 36; Malik, Muvatta: Taharet 38).
KARDEŞLİK: FEDAKÂRLIK VE PAYLAŞMADIR
Kardeşini kendi nefsine tercih konusunda Hz. Peygamber (s.a.v) bakın bize nasıl örnek oluyor:
Allah Rasulü (s.a.v) bir defasında, sahabilerden biri ile misvak ağacından iki misvak yaptı. Misvaklardan birisi eğri, diğeri düz ve daha güzel idi. Peygamberimiz (s.a.v) misvakın güzel ve doğru olanını arkadaşına, eğri olanı da kendisine ayırdı. Sahabi: “Bu güzel misvak size yakışır ya Rasulallah!” deyince Peygamberimiz (s.a.v): “Bir saat de olsa bir kimse ile arkadaşlık edene, arkadaşlık hakkına riayet edip etmediği sorulur.” buyurdular.
Aralarındaki kardeşlik ve dostluğun dünya işleriyle gölgelenmediği zamanlarda, müminler birbirlerini arar sorar, türlü vesilelerle sık sık ziyaret ederlerdi. Sıla-i rahimde bulunmak ihmal edilemez bir vazifeydi onlar için. Sırf Allah Tealâ’nın rızasını kazanmak ümidiyle bir arada olmayı istediklerinden, gelen hoş gelir, safa getirir; hoşluk ve safa bulurdu.
SAHABE KARDEŞLİĞİ NASIL YAŞADI?
Mekkeli muhacirler, Medine’ye hicret ettiklerinde Ensar onları evlerinde misafir edip ağırlamak için âdeta yarış etmişlerdir. Gelen muhacirleri aralarında paylaşamamışlar, bu değerli misafirleri evlerinde ağırlamak için aralarında kura çekmişlerdir. (Buharî: Menakıbu’l-Ensar 6). Her Medineli aile, bir muhaciri misafir etmişti. Ensarî Müslüman, Mekke’li muhacir kardeşini evine, işine, bağına, bahçesine ortak etmişti. Muhacir kardeşiyle birlikte çalışacak, elde edilen kazancı paylaşacaklardı. Medineli Ensar kullanmadıkları arazileri kendi arzularıyla Peygamberimize bağışlamışlar, Peygamberimiz de bu araziyi Muhacirler arasında paylaştırmıştı.
ONLAR KARDEŞLERİNİ TERCİH ETTİLER
“Yermük Savaşı Müslümanlar ile Bizanslılar arasında yapılan çok önemli bir savaştır. Mücahitlerimizin ibretli anılarıyla doludur. Anlatılanlar akıllardan çıkmadığı gibi gönüllerde de büyük izler bırakmıştır. İşte bu örneklerden biri de Yermük Savaşı’na katılan üç büyük sahabinin örnek davranışlarıdır.
Haris b. Hişam, İkrime ve Ayyaş ismindeki mübarek sahabeler (Allah onlardan razı olsun) savaşta öyle çok mızrak ve ok yarası alırlar ki kızgın kumların üzerine bedenleri düşüverir. O sırada Haris b. Hişam’ın su isteyen sesi duyulur. Askerlerden biri ona su götürürken ok yaralarından vücudu delik deşik olan İkrime’yi görür. İkrime, “su” diye sayıklamaktadır. Bu durumu gören Haris b. Hişam, askere suyu İkrime’ye vermesini işaret eder. İkrime de suyu alırken yaralar içinde kıvranan Ayyaş’ın suya doğru baktığını görür. Bu sefer de İkrime suyu Ayyaş’a vermesini işaret eder. Elinde su kırbası bulunan asker bu defa Ayyaş’ın yanına gitmek için yönelir. Ancak yanına varır varmaz onun şehit olduğunu görür. Bunun üzerine İkrime’ye doğru koşar. Onun yanına varınca bir de bakar ki o da şehit olmuş. Hemen gerisin geri Haris’e koşar. Fakat onun da şehadet şerbetini içtiğine şahit olur.”
Üçü de aynı gün o sudan bir yudum dahi içemeden şehit olurlar. İşte çok sıcak bir mevsimde, yorgun, bitkin ve ağır yaralı oldukları halde her biri bir diğer arkadaşını, din kardeşini kendisine tercih edecek kadar ahlaki güzelliğe erişmiş sahabenin durumu... Oysa her biri sudan birkaç yudum içip kardeşine verebilirdi. Ama onlar din kardeşlerini kendilerine tercih etme gibi üstün İslâmî bir kişiliğe sahip idiler. Rabbim şefaatlerine nail eylesin.
MİSAFİRE İKRAMLARI
Saadet Asrı Müslümanları, evlerine gelen misafiri aile halkına tercih ediyorlardı. İmkânları kıt olsa bile hayır yapmaktan geri kalmıyorlardı.
Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: Bir adam Allah Resûlüne geldi.
-Ya Resûlallah! Çok bitkinim, aç ve susuzum, dedi. Peygamberimiz (s.a.v) hanımlarına haber gönderdi. Evlerinde misafire takdim edecek hiçbir yiyecek yoktu. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) ashabına döndü:
-İçinizde bu gece bu kişiyi misafir edecek kimse yok mu? Allah onu rahmetiyle mükâfatlandırsın, dedi. Ensar’dan biri (Müslim’in rivayetine göre Ebu Talha) kalktı. Peygamberimiz’e (s.a.v):
-Ben misafir edebilirim, Ya Resûlallah! dedi. Misafiri alıp evine gitti. Hanımına:
-Bu gelen zat, Allah Resûlü’nün misafiridir. Evde ne varsa ona ikram edelim, dedi.
Hanımı Rumeysa (r. anhâ):
-Evde çocukların yemeğinden başka hiçbir şey yok, dedi. Ebu Talha hanımına:
-Akşam yemeğini yemeden çocukları uyut. Kandili de hafif yakalım. Bu gece biz yemeyelim, sadece misafirimiz yesin, dedi. Hanımı çocukları avuttu. Ev sahibi Ebu Talha, misafirinin yanında yemek yemeden yer gibi davrandı. Ebu Talha, misafiriyle birlikte sabah namazında Allah Resûlünün (s.a.v) yanına gelince Allah Resûlü (sav):
-Allah, senin ve hanımının misafirinize gösterdiğiniz bu ikramdan memnun oldu, buyurdu. Bu olay üzerine “Onlar kendileri muhtaç olsalar bile kardeşlerini kendilerine tercih ederler” (Haşr: 9) âyeti nazil oldu.. (Buharî: Tefsir, (Haşr: 9) Bab 6; Menakıbu’l- Ensar 10; Müslim: Eşribe 172. bkz. İbn Kesir, Tefsir: Haşr : 9).
“MÜ’MİNLER ANCAK KARDEŞTİR”
Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki, “Ey Allah’ın Kulları Kardeş Olunuz.”
Yunus’un dediği gibi:
Gelin tanış olalım / İşin kolayın tutalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz.
“Benim arkadaşım, dostum, kardeşim var, niye kardeş olalım?”. “Neden din kardeşliği daha önemli?
Cevabı Ebu Kılabe (r.a) şöyle veriyor: “Din kardeşlerimiz, bizim için ailemizden ve kendi çocuklarımızdan daha sevimlidir. Çünkü ailemiz bize dünyayı hatırlatırken, din kardeşlerimiz ahireti hatırlatmaktadırlar.”
Tanımadığımız ama ruhen ve kalben kendimize çok yakın hissettiğimiz insanlar vardır. Bir gözümüzü kapatsak diğer gözümüzün önüne gelirler, zira önemlidirler. Çünkü “Mü’minler ancak kardeştir…” (Hucurat, 10) buyuran Allah Teala’nın aramızda kurduğu özel bir bağımız vardır.
Allah için kardeşlik, kalben ve bedenen bir olmak, birlikte bulunmaktır. Yani parçalanıp bölünmemektir. Şu halde “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır” (Al-i İmran, 105) ikazının muhatabı olmamak için gayret göstermeliyiz.
Hemen aklımıza Medine’deki Evs ve Hazrec kabileleri geliyor. Aynı kandan, aileden oldukları halde yıllarca savaştılar. Ta ki Allah Teala’ya iman edip Allah Rasulü’ne (s.a.v) biat edene dek. Allah Teala bu kardeşliği bir “Nimet” olarak belirtip bizlere şöyle hatırlatıyor; “Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.” (Al-i İmran, 103) İslamiyet’e sadık kalan Evs ve Hazrec kardeş olduktan sonra dağılmadılar, parçalanmadılar. Allah için hicret eden Muhacir’e yine Allah için sahip çıkan “Ensar”lar oldular. İman merkezli dayanışmanın, yardımlaşmanın, başkasını kendi nefsine tercih etmenin yüceliğini yaşadılar ve Peygamberimiz’in (s.a.v) “Kim bir mü’mini Yüce Allah için kardeş edinirse; Allah Teala o kulunu cennette herhangi bir ameli ile ulaşamayacağı bir dereceye yükseltir” müjdesine nail oldular.
Toplumun birlik ve düzenini bozmak, topluluktan ayrılmak dinimizce büyük suçlardan sayılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz “her kim itaatten çıkar, topluluktan ayrılır da bu hal üzere ölürse, cahiliyet ölümüyle ölmüş olur” (Müslim) buyurarak cemaat olmanın, birlikte hareket etmenin ne kadar önemli olduğunu bildirmişlerdir.
Rahmetli Mehmet Akif ne güzel söylemiştir:
“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez / Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”
Hiç vakit kaybetmeden topyekûn kardeşçe yaşamaya çalışmalıyız. Aksi takdirde dağılmış bir tesbih gibi saçılır, dağılır ve kaybolur gideriz. Bu ümmet ayrılıktan çok ızdıraplar çekti, büyük acılar yaşadı, bunu unutmamalıyız.
S. Mübarek Erol konuya dikkatlerimizi şöyle çekiyor: “Dış saldırılar, savaşlar, tabii afetler, göçler, açlık, kıtlık gibi felaketler karşısında dimdik ayakta kalmayı başaran ecdadımız, ne hazindir ki tefrika sebebiyle birbirlerine düşmüşlerdir… Geriye dönüp baktığımızda ırk, coğrafya, mezhep, ideoloji, siyasi fikir, dünya görüşü gibi konuların insanlarımızı kışkırtıp çatışmaya dönüştürecek bir araç, malzeme olarak kullanıldığını açıkça görmekteyiz… Birlik ve dirliğimizi bozacak bu tür tuzaklara karşı uyanık olmak Müslüman ferasetinin gereğidir.”
KARDEŞİZ AMA…
Sözünü ettiğimiz güzide insanlar Müslümanların kuvvetlenmesi ve dinin hakkıyla bilinmesi için birbirlerine sımsıkı sarılmışlardı. Fakat şimdilerde dayanışma, yardımlaşma, sevinçte ve üzüntüde ortak olmak yerini, yeni yetme gençlerin diline düşürdüğü içi boş “kanka” kelimesine bırakacak kadar zayıfladı.
Peki, neleri kaybettik de bu duruma düştük? Bu derdin tedavisi nedir?
Sözü Hz. Peygamber s.a.v.’in şu güzel ifadesiyle bağlayalım: “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman diğer uzuvlar da bu yüzden uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”(Buharî, 5552).
NİYET ETTİM ALLAH RIZASI İÇİN KARDEŞ OLMAYA!
Bizim her amelimizin kıymeti niyetimize göre anlam kazanmıyor muydu? Öyleyse önce niyet edelim veya niyetlerimizi tazeleyelim. Sözgelimi şöyle diyebiliriz; “Niyet ettim Allah için sevmeye, O’nun rızası için kardeş olmaya.” Şimdi sıra amel etmeye geldi ama nasıl? Efendimiz’in (s.a.v) mübarek sözleri yetişiyor imdadımıza; “Müslümanlar birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve merhamette tek bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvu rahatsız olunca bütün vücut rahatsız olur.”
Rivâyete göre iki kardeşlikten birisi istikâmetini bozduğu için, diğerine: “–Artık bu kardeşinden vazgeç!” derler. O ise: “–Ne münâsebet! Bilâkis o, asıl şimdi bana muhtaç oldu. Böyle bir zamanda onu terk etmek doğru olur mu hiç?! Ben şimdi ona öğüt verecek ve düzelmesi için Allâh’a duâ edeceğim.” der.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin bir talebesi, düştüğü bir zaaf neticesinde son derece mahcûb olup dergâhtan kaçar. Bir müddet sonra, gönlü harâbeye dönmüş bu talebe, dostlarıyla çarşıdan geçmekte olan Cüneyd-i Bağdâdî’nin gözüne ilişiverir. Talebe, hocasını fark edip utancı sebebiyle derhal uzaklaşır. Durumu sezen Cüneyd -kuddise sirruh-, yanındakilere:
“–Siz dönün, benim yuvamdan bir kuşum kaçmış!” deyip talebesinin ardınca gider. Geri dönüp bakan talebe, hocasının kendisini tâkib ettiğini görünce heyecana kapılarak adımlarını sıklaştırır. Girdiği bir çıkmaz sokakta mahcubiyetin verdiği telâşla, gayr-i ihtiyârî başını duvara çarpar. Hocasını karşısında gördüğünde ise renkten renge girip başını önüne eğer. Hazret müşfik sesiyle:
“–Evlâdım! Nereye gidiyorsun, kimden kaçıyorsun! Bir hocanın talebesine yardım ve himmeti asıl böyle zor günlerde ve müşkil zamanlarda olur.” der ve onu gönül sarayına alıp dergâhına götürür. (Bkz. Tezkiretü’l-Evliyâ, 469)
Nitekim Peygamberimiz s.a.v., “Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et.” tavsiyesi üzerine, zalime nasıl yardım edileceği sorulunca; “Zulmüne engel olursun, bu da senin ona yaptığın bir yardımdır.” buyurmuştur.
Temel tavır şudur: Müslüman Allah için sever, Allah için buğz eder. Gerisi teferruattır.
Müslümanlar olarak birbirimizi sevemiyor, kardeşçe geçinemiyorsak imanımızda bir problem var demektir.
İslâm kardeşliği, nesep-soy kardeşliği gibidir, hattâ daha da ileridir. İnsanın, günâha sürüklenen akrabâsını silip atması câiz olmadığı gibi, kardeşlik edindiği bir kimseyi de hatâ ve günahları sebebiyle tamamen reddetmesi ve dışlaması da uygun olmaz. Doğru olan, düşeni elinden tutup kaldırmaktır.
Din kardeşliğinin neyi gerektirdiği hakkında Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde daha pek çok nasihat bulunmakta fakat mesele nasihat dinleyenlerden olabilmekte. Bir an hayal edin; Rasulullah (s.a.v) yanımıza gelip, “Mümin, kendisiyle rahat geçinilen ve hemen kaynaşılan kimsedir. Kimseyle kaynaşmayan ve kendisine de yanaşılmayan kimsede hayır yoktur” hadis-i şerifini tek tek hepimize söylemiş olsa irkilmez miyiz?
Dostunu Söyle, Kim Olduğunu Söyleyeyim!
“Kişi, dostunun dini ve ahlâkı üzeredir. Öyleyse herhangi biriniz dostluk edeceği kimseye baksın” buyuran Peygamberimiz (s.a.v) arkadaş seçimine nasıl da dikkatimizi çekiyor!
"Kardeşliğiniz ne kadarsa, müslümanlığınız da o kadardır." Mehmed Zahid Kotku (k.s) Hazretleri’ne ait bu söz, kurmamız gereken kardeşlik bağını ne güzel ifade eder.
Dostluğu devam ettirebilmenin ve kardeşliğe gereken ehemmiyeti verebilmenin ilk sırrı arkadaş seçimini doğru yapmak ve doğru kişiyle yola çıkmakta gizli. Karar için öyle güzel düşünüp tercihimizde öyle isabetli olmamız gerekir ki bir kez bu arkadaşlık başladığında, çeşitli sıkıntılar, imtihanlar vesilesiyle hemen yıkılmasın, temeli sağlam olsun. Hz. Davut’tan (a.s) rivayet edildiği bildirilen bir kudsi hadiste Allah Teala ona “Ey Davud! Kendine dost seçerken uyanık ve dikkatli ol. Benim razı ve hoşnut olacağım işlerde sana yardımcı olmayan hiç kimse ile yakın dost olma. Bu haliyle o senin için bir düşmandır. Kalbini katılaştırır, seni benden uzaklaştırır” buyurur.
Dostlukta uyum mutlaka aranmalı
Büyük İslam mütefekkirlerine göre kalıcı dostluklar ancak hemcinsler arasında mümkün oluyor. Şeyh Sadi, “Güvercin, güvercinle dost olmalı, şahin de şahinle… Şahinle dost olmaya kalkan güvercinin vay haline” şeklinde düşünürken; Hz. Mevlana, dostlukta uyumu biri dar, diğeri geniş iki ayakkabı ile örneklendirir. Nasıl ki biri dar, diğeri geniş olan ayakkabı çifti sahibine yalnızca rahatsızlık verirse; farklı mizaç ve inanıştaki insanlar arasında da uyum olmaz ve neticede bu tip dostluklar iki taraf için de hayır getirmez. Böyle bir uyumsuzluk fare ile kurbağanın haline benzer.
Fare ile kurbağa dost olursa
Mesnevi’de geçen bir hikâyeye göre fare ile kurbağa bir gün su kenarında karşılaşır, arkadaş olur. Bir müddet sonra dostlukları bir hayli ilerler. Gece gündüz sık sık görüşürler. Fare bu durumdan endişelenmeye başlar ve “Kurbağa kardeş! Seninle dostluğa doyamıyorum ama bir gün beni terk edersin diye de korkmadan edemiyorum. Gel, seninle ayaklarımızı birbirine bağlayalım, böylece her an birbirimizden haberdar oluruz” diye teklifte bulunur.
Farenin önerisi, kurbağanın pek hoşuna gitmese de arkadaşının ısrarına dayanamaz. Ayağını fareninkine bağlar fakat karaya sürüklenme tehlikesine karşı da her an tetiktedir. Bu hal böylece devam ederken karga bir anda fareyi kapar ve havalanır. Onunla birlikte kurbağa da göklere yükselince görenler bu duruma şaşar. “Nasıl olur da kurbağa gibi bir su hayvanı kargaya yem olur?” diye söyleşenlere kurbağanın lisan-ı hal ile cevabı şu olur: “Ben bu felaketi hak ettim. Su halkından olduğum halde hemcinslerimi bırakıp karada yaşayanlarla arkadaşlık ettim. Toprakta gezenle dost olanın layığı budur.”
Görüyoruz ki çevremizde iki sınıf insan var: Birisi ehli dünya, diğeri ehlullah. Müslüman, mü’min kardeşlerini sevmedikçe, Allah ve Rasulünü sevemez. Rasulullah (s.a.v) Efendimizin şu ikazlarına kulak vermek zorundayız:
“Mü’min olmadıkça Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” (Müslim, Tirmizî )
“Sizden biriniz, kendi nefsi için sevdiği ve istediği şeyleri din kardeşi için de istemedikçe (gerçek) mü’min olamaz.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî)
Şu hadiseyi de ibretle okuyalım: Hz. Enes (r.a) anlatıyor:
“Hz. Rasulullah (s.a.v) ile oturuyorduk. Efendimiz (s.a.v) bir ara: ‘Şimdi yanınıza Cennetlik birisi gelecektir.’ buyurdu. O esnada Ensar’dan bir adam çıkageldi. Yeni abdest almıştı; sakalından abdest suyu damlayarak ve ayakkabılarını da sol eline almış bir vaziyette yanımıza geldi, selam verdi. Ertesi gün, Hz. Rasulullah (s.a.v) yine: ‘Şimdi yanınıza Cennetlik birisi gelecektir.’ buyurdu ve aynı şahıs önceki vaziyette çıkageldi. Bu hal üçüncü gün de tekrar etti. Hz. Rasulullah (s.a.v) meclisten kalkınca, Abdullah b. Amr, bu şahsın peşine düştü. Kendisine:
‘Benim babam ile aramda bir anlaşmazlık çıktı. Üç gün eve uğramayacağım diye yemin ettim. Eğer münasib görürseniz bu üç gün içinde sizinle birlikte kalmak istiyorum’ diye ricada bulundu. O da; ‘Olur’ dedi. Bundan sonrasını Abdullah b. Amr şöyle anlattı:
‘Kendisiyle üç gece beraber kaldım. Gece ibadete hiç kalkmadı. Ancak, arada bir uyandığında yatağının içinde Allahu Tealâ’yı zikrediyor ve tekbir getiriyordu. Sabah namazı olunca kalkıyordu. Bir de şu var ki, konuşurken hayırdan başka bir şey söylemiyordu. Böylece üç gün geçti. Her gecesi aynı şekildeydi. Amelini çok az buldum. Sonunda kendisine: ‘Ey Allahın kulu! Benim babamla aramda herhangi bir kızgınlık ve ayrılık yoktu, fakat ben Hz. Rasulullah’ın (s.a.v) üç kere: ‘Şimdi yanınıza Cennetlik birisi gelecektir’ buyurduğunu işittim. Her defasında da sen çıkageldin. Ben de seninle birlikte kalıp ne amel işlediğini öğrenmek istedim. Fakat öyle pek fazla bir amelini göremedim. Söyler misin, seni Hz. Rasulullah’ın (A.S.) bu müjdesine ulaştıran amelin nedir?’ dedim.
Adam:‘Bu gördüğünden başka bir amelim yoktur.’ dedi. Ben dönüp giderken beni çağırdı ve: ‘Benim bu gördüğünden başka bir amelim yoktur. Ancak ben hiç bir Müslümana karşı içimde kin ve hıyanetlik bulundurmam. Ayrıca, Allahu Teâlâ’nın verdiği bir nimetten dolayı da hiç kimseye hased etmem.’ dedi. Ben de:
‘Evet, seni bu müjdeye ulaştıran amelin işte budur. Doğrusu buna çoklarımız güç yetiremez.’ dedim.” (Ahmed, Beğavî, Beyhakî)
Sevginin kaynağı Allahu Teâlâ’dır.
Yunus ne güzel de söylemiş: “Yaradılanı sevelim Yaradan’dan ötürü.”
Sevgide zorlama olmaz. Kalb, ancak Allah’ın özel rahmet ve yardımıyla başkalarını karşılıksız sevebilir. Kin, kibir ve hased ile hasta olmuş bir kalp sadece sevgi ve zikirle yumuşayıp açılabilir. Allah için sevgi, para pul ile olmaz. Çünkü: “Rasulüm şayet sen, yeryüzünde bulunan her şeyi (bütün dünyayı) harcasan, onların kalblerini biribirine ısındıramazdın. Fakat Allah onların arasını (tarafından bir rahmet ve sevgi ile) birleştirdi” (Enfal/63) ayeti, bu işi ilahî rahmetten başkasına vermiyor. Bunu Allah’tan istemeli ve samimi olmalı. Ayrıca bazı tedbir ve yollar vardır ki, onlarla da bir derece kalpte yumuşama olur, sevgi oluşur. Bunun için kalblerin tabibi Rasul-i Kibriya (s.a.v) Efendimiz, şu usulleri tavsiye etmiştir:
“Size, yaptığınız zaman, biribirinizi seveceğiniz bir amel söyleyeyim mi? Birbirinize bolca selam verin.” (Müslim, Tirmizî, İbnu Mâce)
“Mü’min kardeşlerinizle musafaha edin ki aranızdaki düşmanlık gitsin. Hediyeleşin ki, birbirinizi sevesiniz ve içinizdeki kini temizleyesiniz.” (Malik)
“Birbirinize hediye verin. Şüphesiz hediye, muhabbeti artırır, kalbi kin ve düşmanlıklardan arındırır.” (Tabarânî, Heysemî)
Her derdin bir dermanı vardır, arayan bulur, bulan sıkıntıdan kurtulur. İşte bir örnek:
Velilerden Ebu Bekr el-Kettanî (k.s) anlatıyor:
“Bir adam bana arkadaş oldu. Kalbimde ona karşı bir ağırlık ve sıkıntı vardı. Bu halin kalbimden gitmesini düşünerek, kendisine bir şeyler hediye ettim ama gitmedi. Bir gün onunla yalnız kalmıştım, kendisine: ‘Ayağını yanağıma koy!’ dedim, bundan kaçındı. Kendisine ‘bunu mutlaka yapacaksın!’ dedim. O da yaptı ve böylece kalbimde kendisine karşı hissettiğim o düşünce kaybolup gitti.” (Kuşeyrî, Risale; Sühreverdî, Gerçek Tasavvuf)
İhmal Edilen: Manevi Dayanışma ve kardeşlik
“Ben gelmedim dâvi için / Benim işim sevi için / Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmaya geldim.” Yunus Emre
Dinimizin cemaati neden bu kadar önemseyip yücelttiğini artık anlamamız lazım. İnsan tek başına hayatını sürdürebilir ama imanını ve müslümanca hayat tarzını korumak bundan çok daha zordur. “Kişi tek başına kaldığında ikincisi şeytan olur” diye Sevgili Peygamberimiz boşuna söylememiş.
O halde önce biz etrafımızı çepeçevre kuşatan günahlara karşı birbirimize yardımcı olalım. Bunun en güzel yolu, Efendimiz’in (s.a.v) ifadesiyle bir “takva imamı”nın etrafında haramlardan sakınıp İslâm’ın güzelliklerini paylaşmak. Dayanışmanın en güzeli de işte bu. Allah dostları Müslümanların iman ve amelleri noktasında neden bu kadar hassaslar acaba, diye düşünmemiz gerekiyor.
Terbiye ancak en güzel mürebbi olan Fahr-i Alem (s.a.v) Efendimiz ve O’nun vârisleri olan Allah dostlarının terbiye mekteplerinde elde edilebilir.
Böyle manevi terbiye mekteplerinde yetişenler, sadece çevresindekilere veya hemhal olduğu dostlarına değil, bütün insanlığa güzel duygular beslerler, iyi muamelede bulunmaya gayret ederler.
Hatta sadece insanlığa da değil, Rabbimiz’in yaratmış olduğu her şeye, her canlıya merhamet nazarıyla bakarlar. Yunus’un dediği gibi “yaratılanı yaratandan ötürü” severler; karıncayı dahi incitmekten çekinirler. Allah’ın kullarına hizmeti en güzel, en büyük vazife addederler...
ALLAH İÇİN KARDEŞLİĞİN FAYDASI
Denilir ki: Allah için birbirini seven iki kardeşten birisi diğer kardeşinden önce vefat ettiğinde, ona: “Cennete gir!” denilir. O, kardeşinin makamını sorar; eğer onun makam ve yeri daha aşağıda ise, kendisine verilen makamın aynısı ona verilinceye kadar cennete girmez. Onun için ayrıca birçok şey ister. Ona: “Kardeşin senin gibi amel etmedi!” denilince, o: “Ben kendim ve onun için amel ediyordum.” der. Bunun üzerine kardeşi için bütün istedikleri kendisine verilir, ayrıca kardeşi kendisiyle birlikte aynı makama çıkarılır.”
Önceki salihler, Allah için birbirleri ile tanışır ve kardeş olurlardı. Yoksa bunu geçici dünya menfaatleri için yapmazlardı. Bir âlimin dediği gibi, kardeşliğin en faziletlisi, hiç bitmeyen muhabbet ve sürekli devam eden ülfettir; çünkü Allah için kardeşlik ve sevgi, bir ameldir. Her amel, tam olması ve sevabının eksiksiz ele geçmesi için güzel bir şekilde tamamlanmaya muhtaçtır. Eğer bu amel ahirete kadar gitmez, sohbet ve muhabbetin sonu güzel bir şekilde getirilmezse, kötü bir şekilde son bulur; bu durum önceki amelin sevabını da yok eder.
Bunun için selef/geçmiş büyükler, başlattıkları kardeşliği muhafaza ediyor, aralarındaki muhabbetin hakkını koruyor, çok değerli oluşundan ve son derece dikkat edilmesi gerektiğinden dolayı ona sımsıkı yapışılmasını emrediyorlardı. Nitekim onlardan birisi şöyle demiştir:
“Yüce Allah için oluşturulan kardeşlik ince cam gibidir; onu korumaz ve sakınmazsan, pek çok afetle yüz yüze gelir. Kim Allah için kardeşliğin faziletini bilirse, ona yapışır. Kim bir şeye rağbet ve muhabbet ederse, onu kaybetmekten korkar; onu elinde tutmak için bütün yolları dener. Bu iş, nefsine ağır gelse ve malını zarar verse de vazgeçmez.”
Gerçek Dostluk
"Mevlana hazretleri (k.s) ile ve bir öğrencisi, dostluğun ve arkadaşlığın konu edildiği bir sohbetten çıkmışlar, yolda birlikte yürüyorlardı. Biraz ileride yolun kenarında, iki köpeğin koyun koyuna, birlikte uyumakta olduklarını gördüler. Öğrencisi, biraz önceki söyleşinin de etkisi altında kalarak, bu görüntü karşısında çok duygulandı ve bu duygusunu Mevlana Hz. (ks) ile paylaşmak istedi:
"Efendim şu manzaraya bakın" dedi. "Ne denli yüce bir ders alınacak dostluk örneği, değil mi?"
Mevlana Hz. (k.s), öğrencisinin bu heyecanı karşısında hafifçe gülümsedi ve kişisel çıkarların nice dostlukları yakıp kül ettiğini anımsattıktan sonra ona, unutamayacağı bir ders verdi:
"Evlat, sen onların arasına bir kemik atıver de, bak o zaman gör dostluklarını" dedi.
"Bir dostluk, kişisel çıkar karşısında unutulmayacak denli sağlamsa, ancak o durumda bir değer ifade eder ve ancak o zaman onun adına 'gerçek dostluk' denilir.
İKİ KARDEŞ
Erkek kardeşlerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekârdı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kazançlarını eşit olarak bölüşürlerdi. Günün birinde bekâr kardeş kendi kendine:
"Ürünümüzü ve kazancımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil!" dedi, "Ben yalnızım ve pek ihtiyacım yok!"
Böylelikle her gece evinden çıkıp bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı. Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine:
"Ürünümüzü ve kazancımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşim yalnız, yaşlandığı zaman kendisine bakacak hiç kimsesi yok" diyordu.
Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı, iki erkek de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar! Çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu.
Sonra bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler... O anda da olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar...
Hayattaki en büyük mutluluklardan biri, sevildiğimize inanmaktır.
Allah hepimizi salihlerle beraber haşretsin…Allah teala’nın Tevfik ve inayetiyle…
KAYNAKÇA
Kalplerin Azığı, 4.Cilt
Gerçek tasavvuf, Dilaver Selvi
Facebookta Paylaş

Paylaş