O Okuma Vakti
Download http://bigtheme.net/joomla Free Templates Joomla! 3

Sohbet

GÜNÜN SOHBETİ
"AHİRETE İMAN, ÖLÜM ve HAŞRİ TEFEKKÜR"
“Her can ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” [1]
Ahiret, ölümle başlayan ve sonu olmayan bir hayatın adıdır. Ahirete iman farz-ı ayındır. Ahirete iman, diğer iman esaslarının gereği, sonucu ve tamamlayıcısıdır. Ahirete iman olmadan Allah Teâlâ’ya iman gerçekleşmez.
Ahiretin birçok ismi vardır. Kur’an-ı Hâkim’de 110 yerde bizzat ahiret ismi geçmektedir. Ahirete, içinde başa gelecek hâl ve olaylara göre birçok isim verilmiştir.
Yüce Yaratıcının yoktan var ettiği bu âlemi bozup yeni bir âlem kuracağını, orada iyileri kötülerden ayıracağını, kullar arasında adaletle hükmedeceğini; herkesin hesabını göreceğini; sonuçta bir kısmını Cennet’e bir kısmını Cehennem’e koyacağını ve bunu kesin yapacağını kabul etmeyen bir kimse, mü’min olmaz, Müslüman sayılmaz.
Ahiret hayatı, bütün hak kitapların bahsettiği bir gerçektir. Bütün peygamberler o hayatı ümmetlerine anlatmışlar ve dehşetinden sakındırmışlardır. Yüce Rabbimiz bütün kullarını şöyle uyarmıştır:
“Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmış olur.“ [2]
Esasen ölmek ve ahiret hallerini görmek için iman etmek lazım ve şart değildir. Çünkü iman etmeyenler de ölecek ve ahireti görecektir. Ahirete iman, dünyada şerefle ve edeble yaşamak, Allah’ın dostu olarak ölmek, kabirde rahat etmek, ebedi saadete ermek, Allah’ın rıza yurdu Cennet’ine girmek ve cemalini görmek için lazım ve şarttır. Ben Allah’a kavuşmak istiyorum diyen kimsenin, bu arzusuna ulaşması için imanla ölmesi gerekir.
Ölümden sonra dirilmeyi aklım almıyor demek, bu iş olmayacak, aklı almayanlar dirilmeyecek, ahirete inanmayanlar mahşer yerine gelmeyecek, cehennemi inkâr edenler onu hiç görmeyecek demek değildir. Mü’min de kâfir de ölecek, hepsi tekrar dirilecek, ilahi huzurda hesap verecek ve herkes layık olduğu yere yerleşecektir.
Tekrar dirilmek kelimesine dikkat edelim. Bizler yok iken var edildik; önceden olmayan bir vücuda sahip olduk, yeni bir hayata getirildik. Bunda bizim bir katkımız, yetkimiz ve irademiz yoktur. İşte bize birinci defa hayat veren Yüce Rabbimiz (c.c), bizi ikinci kez dirilteceğini haber veriyor. Şu gökleri düzenleyip yerleri döşeyen, bütün âlemleri sevk ve idare eden Rabimiz (c.c) bu düzeni bozup bir başka türlüsünü kuracağını bildiriyor. Bizler buna ne diyebiliriz ki! Mülk O’nun, saltanat O’nun, güç O’nun, hüküm O’nun, ölüm O’nun, hayat O’nun.
Ahiret hayatı ve halleri ölümle başlıyor. O hayatı ve halleri görmek istemeyen kimseler ölmesinler. Yüce Allah bu dünyayı değiştireceğini, gökleri yıkacağını bildiriyor. Bu yıkımı görmek istemeyen varsa, hiç yıkılmayacak bir dünyaya gitsin. Buna imkân var mı?
İnsanı rahatlatacak olan inkâr değildir. İnkâr ve isyan kalbi korkulardan kurtarmaz. Ölüm ve ahireti kabul edip hazırlanmaktan başka çare yoktur. Âlemlerin Rabbine kavuşmak, O’nun cemalini görmek, habibi Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ve diğer dostları ile buluşmak için ölümden başka bir yol yoktur
Menkıbe
Hz. Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz Mekke’lilere ölümü ve tekrar dirilmeyi haber verince, kâfirlerden Übey b. Halef, gitti kabristandan çürümüş bir kemik buldu, kemiği elinde ufalayarak Allah Rasülü’nün yanına geldi.
Kendisinin ilk yaratılış halini unutup alaylı bir tavırla:
“Ya Muhammed! Şu çürümüş kemiklere mi can verilecek? Sen Allah’ın bu kemikleri tekrar dirilteceğine mi inanıyorsun?” diye sordu.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Evet, Allah seni diriltecek ve cehenneme sokacaktır“ [3] cevabını verdi.
Yüce Rabbimiz şu ayetini indirdi, Rasülünü tasdik buyurdu:
“Rasülüm o kâfire de ki: O kemikleri ilk defa yaratan diriltecek. O yaratacağı her şeyi en iyi bilendir. Yeşil ağaçtan sizin için kırmızı ateşi çıkaran O’dur. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini yaratmaya güç sahibi değil midir? Evet, elbette güç sahibidir. O her şeyi hakkıyla bilen ve dilediğini yaratandır.“ [4]
Ahirete iman, oraya hazırlık içindir. Ahirete iman, Allah Teâlâ ile buluşmak demektir. Bu en büyük saadettir. Ahirete imanın ölçülerini doğru bir şekilde bilmemiz gerekir. Ahirete iman akla, içtihada, tecrübeye değil; doğru habere dayanır. Bu tür konulara “sem’iyyat” yani işitme yoluyla öğrenilen şeyler denir. Bu konudaki haber kaynağımız Hz. Kur’an ve onu bize sunan Hz. Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizdir.
Dünya amel, ahiret hesap yeridir. Ameli yapacak olan insan, hesabı görecek olan Yüce Rahman’dır. Cinler de insanlar gibi mükelleftir. Allah Teâlâ, büyük bir vazife için varlıklar içinde insanı seçti, onu kendisine muhatab aldı; kendisini çok özel kabiliyetlerle donattı. Bu vazife ve emaneti gökler, yerler, dağlar almaktan kaçındı. Onu insan yüklendi.
Bu büyük emanet, yeryüzünde Allah Teâlâ’nın halifesi olmaktı. Halife, temsil eden ve işi yürüten kimse demektir. Bu halifeye düşen iş Yüce Allah’ı tanımak, O’nun ahlakı ile ahlaklanmak, O’nun hükümlerini yaşamak ve yaymaktı. Bu şerefli işi insan yüklendi. Hz. Âdem (a.s) ve diğer insanlar bunun için yaratıldı. Allah’ın muradı bu idi. Bunun için insana üç önemli özellik verdi:
1- İrade ve irade hürriyeti,
2- Akıl,
3- Kudret.
İrade insana tercih için gerekti. Akıl, iyiyi kötüden ayırmak, Allah’tan gelen daveti anlamak ve hakka yönelmek için lazımdı. Kudret, fiilen kulluk yapmak için şarttı. Bütün bunlar insana verildi. Ayrıca bu işte kendisine yol gösterecek, usul öğretecek örnek olacak peygamberler gönderildi. Böylece insan mükellef oldu, önüne asıl işi kondu. Bu şekilde insanın dünyadaki imtihanı başladı. Bu imtihanın ilk merhalesi bülüğ çağıdır; son merhalesi ölümdür. İnsanda irade kaldığı, akıl çalıştığı, güç bulunduğu sürece kulluk ve imtihan ölene kadar devam eder.
Deli olan, iradesini kaybeden, bütün gücünü yitiren kimselerle, henüz büluğa ermemiş çocuklar mükellef olmazlar.
Allah Teâlâ, hiç kimseye taşıyamayacağı yükü yüklememiştir. “Allah hiç kimseye gücünün ötesinde yük yüklemez“ [5] ayeti teklifin alanını ve ölçüsünü ortaya koymaktadır. Bu Yüce Rabbimizin bize bir rahmetidir.
Her mükellef ölüme kadar, hayır ve şer ile denenecek, imtihan edilecektir. Hayatın acı-tatlı her hali insanın başına gelebilir. Bununla herkesin iman derecesi, akıl seviyesi, sabrı, Allah’a teslimiyeti, kadere rızası, dar ve geniş anlardaki ahlakı ölçülür.
Her kulun imtihanı farklı farklı olur. Herkes gücüne göre sorumluluk altına girer. Kendisine ilim verilen kimselerin imtihan ve görevleri farklıdır. Cahil farz olan ilmi öğrenmekle yükümlü iken, âlime ilimle amel yanında onu yayma vazifesi de verilmiştir.
Bu dünyada kendisine yetki, saltanat, üstün kabiliyet verilen kimselerin imtihanı ayrıdır; aciz, zayıf ve imkânsız olanların imtihan ve mesuliyeti ayrıdır. Kuldaki maddi veya manevi nimet arttıkça, mesuliyet ve vazife de artar. Bütün bunların hepsi ilahi takdire göredir. Nimeti veren Allah, aynı zaman da onun hakkını da istemektedir. Nimetlerin hakkını vermeye şükür denir.
Yüce Yaratıcımız, şükür mü yapacağız, yoksa nankörlük mü edeceğiz diye bizi denemek için önümüze dünya nimetlerini sermiş; her birimize değişik nimetler, farklı dereceler ve ayrı kabiliyetler vermiştir. O bize verdikleri ile bizi ölçmek ve bizi bize göstermek istiyor. Hayat ve ölüm bunun içindir.
Mükellef olarak yaptığımız her iş, ya lehimize, ya da aleyhimize bir delil olacaktır. Sonuçlar ölünce önümüze konacaktır. Yüce Rabbimiz, hiç kimseye zerre kadar zulüm yapmayacak, kimsenin de hakkını zayi etmeyecektir. Onun her işi ya adalet ya rahmet üzere olacaktır. Allah Teâlâ ahirette düşmanlarına kusursuz adaletini gösterecek, mü’min, muvahhid dostlarına da sonsuz rahmetiyle muamele edecektir. Bu O’nun va’didir. O (c.c) va’dinden dönmez. Mü’min Allah Teâlâ’nın bu sonsuz rahmetine güvenir; güvenmelidir.
Cenab-ı Hakk, dünya hayatını bir oyun ve eğlenceye benzetiyor. Ona boş bir övünme yeridir diyor ve ekliyor:
“Dünya hayatı sadece bir aldanış ve oyalanıştan ibarettir.”[6]
Yüce Yaratıcımız, gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu kesin ve yakin bir hükümle haber veriyor. [7] Ahiret dünyadan hem daha hayırlı, hem de devamlı iken, hangi mantıkla dünyayı tercih ettiğimizin izahını istiyor. [8]
Kıyamete kadar üzerinde gezen herkesi ölümle karşılayacak olan bu dünyayı hangi hak, hangi akıl ve hangi cesaretle ahirete tercih ediyoruz. İlk insan biz olmadığımıza göre, bu dünyada insanın başına nelerin geldiğini bizden öncekilerde apaçık gördük. Buraya gelen gidiyor, giden dönmüyor. İşte gidilen ve geri dönülmeyen o yer ahirettir.
Menkıbe
Hz. Ali’ye (r.a), birisi geldi. Adam, ölümü, tekrar dirilmeyi, ahirette hesabı, cenneti ve cehennemi inkar ediyordu. Hz. Ali’ye:
-Ya Ali, siz müslümanlar ölüme ve ölüm ötesine inanıyorsunuz; biz ise inanmıyoruz. Siz cehennemden kurtulmak, cennete girmek için bir sürü ibadet ediyor, mal harcıyor, zahmete giriyorsunuz. Bu zahmete değer mi? Hem ölümden sonra tekrar dirilmenin olacağı ne malum?” diye sordu.
Hz. Ali (r.a) adamı sükûnetle dinledi, sonra ona şu cevabı verdi:
“Evet, ölümden sonra dirilmek, hesaba çekilmek, cennete veya cehenneme girmek, ya senin dediğin gibi yoktur; ya da bizim dediğimiz gibi vardır. Önce senin dediğinin doğru olduğunu düşünelim. Ölümden sonra ahiret hayatı yoksa seninle biz aynı durumdayız. Sana da yok bize de yok. Bu arada bizim Yüce Allah için kıldığımız namazların, yaptığımız ibadetlerin, hayır ve iyiliklerin, güzel ahlakın, verdiğimiz zekât ve sadakaların bize bir zararı olmaz. Ama ya ahiret varsa, bizim dediğimiz doğru çıkarsa, senin hâlin nice olur? diye sordu. Adam, biraz durdu, düşündü ve sonra: “Vallahi, her iki durumda da siz kârdasınız, ahiret varsa vay bizim hâlimize! Yolunu öğret, ben de müslüman olacağım,” dedi ve müslüman oldu. [9]
Şimdi ahiret yolunda insanın başına gelecek safhaları ve halleri kısaca vermek istiyoruz. Önce, küçük kıyametten yani insanın ölümünden bahsedeceğiz.
Ecel-Ölüm
Ecel, ölüm için tayin ve takdir edilen vakittir. Her insanın dünya hayatındaki ömrü sonlu ve sınırlıdır. Allah Teâlâ ezeli ilminde her canlıya bir ömür takdir etmiştir. O vakit gelince hayat biter, ruh cesedi terk eder; canlılık gider. Buna ölüm denir.
Her insanın, her toplumun, her canlının, her eşyanın ve içinde yaşadığımız bu dünyanın bir eceli vardır. O ecel gelince insan ölür, toplumlar tarihten silinir, yerine başkası gelir; canlının hayatı değişir; eşya kırılır, parçalanır, yok olur; dünyanın kıyameti kopar.
Bu konuda Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Her ümmetin bir eceli vardır. O vakit geldiğinde işleri biter. Ömürleri ne bir an tehir edilir; ne de bir an öne alınır.’’ [10]
Enes b. Mâlik (r.a) şöyle anlatmıştır:
“Bir keresinde Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) bir çizgi çizdi ve ‘Bu insandır dedi. Sonra onun yanına bir çizgi daha çizdi ve ‘Bu da ecelidir dedi. Sonra o çizginin uzak bir yanına bir başka çizgi daha çizdi ve ‘Bu da onun emelleridir. İnsan uzaktaki emelini beklerken kendisine en yakın olan ecel ansızın geliverir dedi.” [11]
Ölümün zahiri sebebi ne olursa olsun asıl sebep Allah Teâlâ’nın ölüm emri ve hükmüdür. O her insanın ölüm zamanını, yerini, şeklini belirlemiş ve onu görevli meleğe bildirmiştir. Ölümle görevli melek Azrail aleyhisselâm’dır. Onun yanında yardımcıları vardır. Her insana ayrı bir şekilde gelirler. Allah Teâlâ’nın emrine göre hareket ederler.
Allah Teâlâ: “Şu kuluma yumuşak davranın, o benim dostumdur, onu üzmeyin!” emrini verince, melekler onun ruhunu hiç incitmeden alırlar. Kâfir, münafık ve zalimlerin ruhları zorla, dehşet içinde alınır. İyilerin ruhları “İlliyyin” makamına çıkarılır; kâfirlerin ruhu “Siccin” karanlığına atılır. Yüce Rabbimiz, salih insanlarla, fasık ve kâfir olanların hayatlarının bir olmadığı gibi, ölümlerinin aynı olmayacağını belirtiyor. [12] Ve her grubun ölümünden şöyle haber veriyor:
“Ölen kimse, mukarrebun makamındaki salihlerden ise; ona, rahat bir ölüm, hoş kokulu nimetler ve Naim Cenneti vardır. Ölen kimse, amel defterini sağ tarafından alacak mü’minlerden ise, melekler ona: Ey mü’min sana selam olsun!” derler. Eğer o, hakkı yalanlayan sapık kimselerden ise, ona kaynar sudan bir ziyafet vardır. Ve o cehenneme atılacaktır.’’ [13]
Menkıbe
Ensar’dan bir zat vefat etmek üzereydi. Âlemlere rahmet Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz de bu zatın yanında bulunuyor, onunla ilgileniyordu. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ölüm meleği Azrail’in (a.s) geldiğini gördü ve aralarında geçen konuşmayı şöyle haber verdi.
Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem), ölüm meleğine:
-Ey ölüm meleği, bu sahabeme yumuşak davran; şüphesiz o bir mümindir.” Buyurdu. Ölüm meleği Azrail (a.s) şöyle dedi:
-Gönlün hoş, gözün aydın olsun; bil ki ben her mümine yumuşak davranırım. Ey Muhammed, şunu bil: Ben bir insanın ruhunu alınca, onun ailesinden birisi feryat ederse, ben ruh elimde olduğu halde adamın evinin kapısında durur ve:
“Bu feryat da ne oluyor? Vallahi biz bu kimseye zulmetmedik, ecelinin önüne geçmedik, kendisi için takdir edilen vakitten önce gelmedik. Onun ruhunu aldığımız için bir günaha da girmedik. Eğer Allah Teâlâ’nın yaptığına razı olursanız, sevap alırsınız. Eğer üzülür ve kızarsanız, günaha girersiniz. Sizin bizi ayıplayacak bir durumunuz yok. Hem biz size daha çok geleceğiz. Siz kötü halden sakının, kötü ölümden sakının.” Derim.
Ey Muhammed! Yeryüzünde köylü-şehirli, iyi-kötü kim varsa, ben her gün onları gözden geçiririm. Ben onların büyüğünü ve küçüğünü kendilerinden daha iyi tanırım. Vallahi Ya Muhammed, Allah Teâlâ’nın izni olmadan ben bir sineğin canını almaya güç yetiremem.”
Bu hadisi nakleden Cafer b. Muhammed (r.ah) demiştir ki:
“Bana şu haber ulaştı: Azrail Aleyhisselam insanları namaz vakitlerinde gözden geçirir. Ölüm anında ruhunu almak için baktığında, eğer o kimse namazlarını muhafaza eden bir kimse ise, melek ona yakın durur, şeytanı ondan uzaklaştırır. Bu arada melek ona: “Lâ ilâ illallah Muhammedu’r-Resûlullah” sözlerini telkin eder. Bu, gerçekten büyük bir hâldir.” [14]
Kabir, ahiretin ilk durağıdır. Ölümle başlayıp kıyametin kopmasına kadar geçen süreye “kabir hayatı” denir. Bu safhaya “berzah âlemi” de denir.
Kabir hayatı gerçektir. Kabirde “Münker-Nekir” adlı meleklerin suali haktır. Kabir azabı vardır. Kabirdeki sual için ceset şart değildir. Cesedi suda kaybolan veya ateşte yanıp kül olanlar için de kabir suali vardır. Allah Teâlâ onların dağılan vücut parçalarını toplayacak ve melekler hesap soracaklardır. Kabir azabını veya kabir safasını ruhla birlikte ceset de tadacaktır. [15] Bu konuda birçok hadis-i şerif mevcuttur. Biz, sahih hadis kitaplarımızın rivayet ettiği bu konudaki hadislerin farklı rivayetlerini bir arada vereceğiz. Böylece, insanın ahiret yolundaki ilk durağında başına nelerin geldiğini Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin saadetli beyanlarından öğrenmiş olacağız.
Hz. Aişe (r.ah) validemiz anlatıyor: Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kim Allah’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Kim Allah’la buluşmayı hoş görmezse Allah da onunla buluşmayı hoş görmez.” Ben bunu duyunca:
“Ey Allah’ın Rasülü! Bu bahsettiğiniz durum ölümü hoş görmemek midir? Hâlbuki bizim hiçbirimiz ölümden hoşlanmaz.” diye sordum; Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Hayır, durum o değil. Fakat mü’mine ölüm geldiğinde melekler tarafından kendisine Allah’ın rahmeti, rızası ve cenneti müjdelenir. İşte o zaman mümin Allah’a kavuşmayı sever, Allah da ona kavuşmayı sever.
Ölen kâfir ise ona Allah’ın azabı ve gazabı haber verilir. O zaman kâfir Allah’a kavuşmayı hoş bulmaz, Allah da ona kavuşmaktan hoşnut olmaz.’’ [16]
Menkıbe
Bir zengin çocuğu gördüm:
Babasının kabri yanında oturmuş, bir fakir çocuğuyla tartışıyordu.
Zengin çocuk fakire diyordu ki: “Bak, benim babamın kabri ne kadar güzeldir, sandukası var, süt gibi beyaz mermerleri, altın yaldızlı yazıları, süslü nakışları var. Senin babanın kabri ise birkaç kerpiç ile bir yığın topraktan ibaret...”
Fakir çocuğu şu cevabı verdi: “Senin baban bu ağır taşların altından zorlayıp kalkıncaya kadar, benim babam cennete varır.” [17]
Önemli olan kendine kabir değil, kendini kabre hazırlamaktır.
Birçok hadis-i şerif kabir hayatını ispat ve izah etmektedir. İslam âlimleri bu hadislerden, şu neticeleri çıkarmışlardır:
*Kabir ahiretin ilk durağıdır. Orada hesabı kolay olanın mahşerdeki işi daha kolay olacaktır. Kabirde hesabı zor olanın, mahşerdeki işi ve hesabı daha zor olacaktır.
*Herkes kabirde Cennet veya Cehennem’deki gideceği yeri görecektir.
*Kabirdeki kimse, kabrin dışındaki sesleri işitir; söylenenleri anlar. Selam verenin selamını duyar ve alır. Selama karşılık verir; ancak bunu insanlar duymaz.
*Ölü, hayatta olanlardan kendisi için hayır dua ve istiğfar edenin, Kur’an okuyanın, sadaka verenin yaptıklarından fayda görür.
*Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir; mü’min orada hoşça vakit geçirir. Ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur; kâfir ve münafık orada azap görür.
*Ölüm döşeğinde olan bir kimsenin yanında onun duyacağı bir sesle “lâ ilahe illallah” kelime-i tevhidini söylemek faydalıdır.
*Kabir suali ölü kabre konduktan sonra başlar.
*Sual meleklerine “Münker-Nekir” denmesi, yaratılış ve görüntülerinin çok değişik oluşundandır. Onlar, insanın gördüğü veya duyduğu hiçbir varlığa benzemezler. Acaib, farklı bir yaratılışları vardır. Ancak mü’minlere güzel gözükürler. Onlara selam verirler.
*Ruhun kabirdeki cesetle buluşturulması ve kabirdeki hâli ortak yaşamaları, dünyadaki ruh-ceset buluşmasına benzemez. O âlemin kendine has bir hayat tarzı vardır. Mahşere kadar o hâl üzere kalınır.
*Bazı kimselerden kabir suali kaldırılır. Bunların başında sıddıklar, şehitler, Allah yolunda uykusuz kalan, hizmet edip nöbet tutanlar ve her gece Mülk ve Secde sûrelerini okuyanlar gelir. Bu sureler bir mazeret, hastalık veya unutma ile okunmadığı zaman bu müjde ortadan kalkmaz. Taun, kanser, devamlı ishal gibi yaygın ve ölümcül bir hastalığa tutulup Allah için sabreden ve bu hastalık içinde ölenlerle, Cuma günü veya gecesinde vefat edenler de kabir azabı görmezler. [18]
*Kabir azabına sebep olan günahlardan birisi de insanlar arasında laf getirip götürmek ve iki insanı birbirine düşürmektir. İdrardan sakınmayan ve taharetini tam yapmayanlar da kabir azabına uğrarlar.
*Kabir azabından ve kabirdeki fitneden Allah Teâlâ’ya sığınmak gerekir.
*Allah Teâlâ, dünyada iken kalbine ve diline kelime-i tevhidi yerleştiren; onu devamlı zikreden ve fikreden kimseleri ölürken ve kabirde bu zikir ve fikir üzerinde tutacağını müjdelemiştir. [19]
*Peygamberlerin cesetlerini toprak çürütmez. Onlar kabirlerinde diridirler. [20]
*Hz. Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz’e salât ve selam getirenlerin duaları kendisine ulaştırılır, okuyan kimse tanıtılır, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) o kimseye karşılık verir, affı için dua buyurur. Ayrıca ümmetinin iyi ve kötü amelleri de kendisine arz edilir; iyi amellere sevinir; kötü ameller için istiğfar eder. Bu şekilde ümmetinin haline kıyamet günü şahitlik eder.[21]
*İlmi ile amel eden âlimlerin, şehitlerin, yüksek velayet mertebesine yükselmiş salihlerin, sırf Allah rızası için müezzinlik yapanların da cesetleri çürümez. [22]
*Hadiste belirtildiği gibi, İnsanların her tarafı çürür, sadece kuyruk sokumunda bulunan “asus” denen kemik kalır. İnsanın ilk yaratılışı onun üzerinde olmuştur; ikinci dirilişi de onun üzerinde olacaktır. [23]
*Müminlerin ruhları kabirde birbirlerini ziyaret ederler.[24] Bazı salihlere kabirlerinde, dünyada en çok yaptıkları zikir ve ibadetle meşgul olma nimeti verilir. Ancak bu zikir ve ibadetler sevap için değil, manevi haz içindir. [25]
Menkıbe
Keşif ehli bir kimse bir gün Gavs-ı Hizanî'ye (k.s) gelip,
"Kurban, kabristanımızda Hıristiyanlar vardır." demiş.
Gavs "Nasıl, Hıristiyan var." deyince, "Kurban kabristanda yüzlere değil de sırtları Kıbleye çevrilmiş olan mevtalar gördüm." karşılığını almış.
Gavs (k.s) tebessüm ederek,
"Hayır, onlar kâfir değil müslümandırlar. Onların dünyaya karşı aşırı muhabbetleri olduğu için, melekler onların yüzünü Kıbleden çevirip sırtlarını, Kıbleye getirdiler. Dünyaya olan muhabbetleri yüzünden öyle oldular." buyurmuştur.
Gavs-ı Hizânî (k.s) şöyle buyurdular: “Kabir azabı, dünyayı ahiretten daha çok sevenler içindir. Dünya ile ahireti aynı derecede sevenlere veya ahireti dünyadan daha çok sevenlere gelince, onlar için kabir azabı yoktur.’’ [26]
Gavs-ı Sânî (k.s) demiştir ki: “İnsan bütün kuvvetiyle elli altmış senelik dünya hayatı için çalışır durur. Ama ölümün kendisine ne zaman geleceği hiç belli olmaz; belki bir gün, belki bir dakika sonra ölebilir. İnsan kendisi için çalıştığını sanıyor, hâlbuki başkası için çalışıyor. Öldükten sonra her şeyini bırakıyor, malı mül­kü başkalarına kalıyor. Dünya böyle, ama ahiret böyle değildir. Yüz bin yıl değil ebedî olarak devam edecek olan ahiret hayatımız için çok çalışmamız lazımdır. Allah için çalışmak, ebedî hayat için çalışmak, aslında insanın kendisi için çalışmasıdır. Nitekim Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde,
'Dünya mel'undur. Onun içindekiler de öyle. Fakat Allah’ın zikri (O’nun rızası için yapılan işler ve O'nun rızasını kazanmaya vesile olanlar) bunun dışındadır.’ [27]
Bunun için, niyet çok mühimdir. Niyet sağlam olursa, hem dünyayı kazandırır hem de ahireti kazandırır.”
Yine Gavs-ı Sânî hazretleri (k.s), imanla öl­menin önemini hatırlattığı bir sohbetlerinde şöyle bu­yurmuşlardır:
“Biz ümmet-i Muhammed’in imanının kurtulması için elimizden geleni yapıyoruz, insana en çok lazım olan şey imandır. İman çok önemli bir husustur. Ve in­sanın en mühim meselesi de sekerat (can çekişme) ha­linde iken imanla gidebilmesidir. İnsan imanla gittik­ten sonra ahirette işi kolaydır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın yüz merhameti vardır. Dünyaya bir rahmetini, ahirete ise doksan dokuzunu saklamıştır. Bu dünyaya gönder­diği bir rahmeti tüm kullarına ve tüm canlı mahlûkata dağıtmış, ama doksan dokuz rahmetini ahirette mümin kullan için saklamıştır. İnsan mümin olarak imanla bu dünyadan göçerse ahirette işi kolaydır. Unutmayın, takva imanı korur. Amel-i salih de onu kuvvetlendi­rir. Sekerat hali çok zordur. Ölüm anında ruh, çalılara takılmış bir tülbentin çekilip alınması gibi insandan çıkarılır. Bu esnada ruh çok büyük acı ve ıstıraplar çe­ker. Bu da yetmiyormuş gibi şeytan (aleyhillâne) son nefeste insana musallat olur. Kişinin en sevdiğinin kılı­ğına girer. Bazen kendinden önce ölmüş akrabalarının kılığına girerek, ‘Seni nasıl sevdiğimi biliyorsun. Öbür âleme ben senden önce gittim. Sen, şöyle şöyle yap ...’ diyerek yalan yanlış telkinlerde bulunur. Yahudi veya hıristiyan olmasını söyler. Şayet yine kandıramazsa elindeki bir bardak suyu sekerat halinde acı çeken o insana gösterir. O da lisan-ı hal ile ondan, ‘Bana o su­dan ver’ diye talep ettiğinde, şeytan (aleyhillâne), ‘Bir şartla veririm. Başınla bana bir secde edeceksin’ diyerek onu imansız götürmeye çalışır. Şeytanın musallat ol­duğu bu esnada, insanın kalbinde iman hakikatleriyle ilgili bir nebze olsun şüphe meydana gelse, tereddütler oluşsa ve inkâra düşse, eğer bu hal üzere ölürse imansız gider. Bütün hayatı boşa gider.
Bu tasavvufun ve sâdât-ı kiramın en büyük faydası son nefestedir. Sâdât-ı kiramın ervahı Cenâb-ı Hakk’ın izniyle ölüm hastalığında olan müminin yanma gelir. Onların gelişiyle şeytan orayı terk edip kaçar. Böylelik­le insan iman üzere ölür. Cenâb-ı Hakkın huzuruna imanla varır.”
Kabir hayatı, kıyametin kopmasıyla biter. Ondan sonra ise insanlar diriltilerek mahşer yerine sevk edilirler.
Haşir-Mahşer
Haşir, toplanmak demektir. Öldükten sonra tekrar dirilmeye ve hesap için Allah’ın huzurunda toplanmaya haşir denir. Bu işin olacağı geniş alana mahşer denir. Haşir, Hz. İsrafil’in (a.s) Sur’a ikinci kez üfürmesiyle başlar. Bu üfürmeye “Nefha” denir. Sur’un sesini duyan bütün mahlûkat süratle kabirlerinden ve bulundukları yerlerden çıkıp hesap yerinde Arasat meydanında toplanırlar. Yüce Rabbimiz bu hâli şöyle haber veriyor:
“Sonra Sur’a ikinci kez üfürülür; bir de bakarsın ki herkes kabrinden kalkmış ne olacağını bekliyor.“ [28]
İşte bu an mahşerin kurulduğu ve büyük hesabın başlayacağı andır. Yüce Rabbimiz mahşere geliş şeklimizi şöyle haber veriyor:
“Hepinize ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir. O zaman size: Ey insan işte bu, senin kaçıp durduğun şeydir, denir. Sur’a üfürülür; işte bu, geleceği va’dedilen gündür. Herkes yanında (birisi kendisini mahşere) götüren ve (diğeri de kendisine) şahitlik yapacak (olan iki melekle) birlikte mahşere gelir. Ona: “Sen bu günden ve bu halden gafil idin. Şimdi senin gözündeki perdeyi kaldırdık. Bugün artık gözün çok keskindir, her şeyi net görürsün” denir.“ [29]
Benzerlik sebebiyle bahar mevsimi haşri temsil eder. Baharla ölülerin dirilmesini gösterir. Her mü’minin bu hadiseden alacağı dersler vardır.
Kur’an-ı Hâkim’de yağmurla ölü toprağı diriltilip her türlü meyvelerin çıkarılması anlatıldıktan sonra “İşte biz ölüleri böyle diriltiriz” [30] buyrulması, hem ölülerin hem de ölü kalplerin nasıl dirilteceğine misaldir. Ölü kalbi ilahi rahmet, feyiz ve sevgi diriltir.
Buna işaretle Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin şöyle buyurmuştur:
‘’Âdemoğlunun tamamını toprak yiyip bitirir, ancak acbü'z-zeneb (kuy­ruk sokumundaki küçücük yuvarlak kemik) müstesna. Âdemoğlu ondan yaratılmıştır ve ondan oluşup meydana gelir.’’ [31]
Müfessir Fahreddin Razi şöyle der: "Allah Teâlâ, nasıl bitkileri yağmur indirmek suretiyle yaratıyorsa, aynı şekilde ölüleri de, bu çürümüş cisimler (cesetler) üzerine indireceği bir yağmur ile diriltir."
Ebu Hureyre (r.a): İnsanların, öldükten sonra nasıl dirileceklerini beyan ederek demiştir ki:
"Birinci sur'a üflenince bütün insanlar öldükten sonra, onla­rın üzerine, Arş'ın altında bulunan ve "Hayat suyu" diye adlandırılan sudan kırk yıl yağmur yağdırılacak, insanlar, suyun ekini bitirmesi gibi bitecekler vücutları tamamlanınca da kendilerine ruhlar üflenecek, onlara uyku verilecek ve kabirle­rinde uyuyacaklardır. Sur'a ikinci defa üflendiğinde ise onlar uyanacaklar, uyu­yan kişinin uyanmasından sonra, başında ve gözlerinde hissettiği uykulu hali bunlar da hissedeceklerdir. İşte o zaman: Vay halimize, uyuduğumuz yerden bi­zi kim kaldırdı? derler. Onlara, bir seslenen şöyle seslenecektir. "Bu rahman olan Allah'ın vaat ettiği kıyamet gündür." [32]
Kabrinden ilk kalkan, mahşere ilk gelen, kendisine ilk olarak konuşma ve şefaat yetkisi verilen, Cennet’te ilk giren Hz. Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz olacaktır. [33]
İnsanlardan başka melekler, hayvanlar, şeytan ve cinler de mahşerde toplanacaktır. [34]
Kabirlerden kalkış ve mahşere geliş esnasında insanlar çıplak, yalın ayak ve sünnetsiz halde olacaklardır. [35] Herkes grup grup, sınıf sınıf, bölük bölük mahşere sevk edilecektir. [36]
Hz. Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) insanların mahşere üç halde geleceklerini haber vermiştir: Yaya olarak, binekli olarak, yüz üstü sürünerek. [37] Yaya gidenler avam mü’minler; binekli gidenler muttakiler,[38] yüzüstü sürünenler de kâfirlerdir. [39]
Allah Rasülü (sallallâhü aleyhi ve sellem) mahşerde ümmetini abdest azalarında parlayan nurdan tanıyacak ve kendilerine Allah’ın huzurunda şahitlik edecektir.
Mahşerde herkes dünyada tabi olduğu, sevip peşinden gittiği önder ve imamları ile birlikte ilahi huzura çağırılacaklardır. [40]
Şeytana uyanlar onun peşinde mahşere geleceklerdir. Zalim, kâfir, fasık kimseleri seven ve ömrünü onların peşinde geçirenler onlarla birlikte hesap vereceklerdir. Peygamberlerin sadık ümmetleri onlarla beraber ilahi huzura alınacaklardır. Salihleri, velileri, kâmil mürşitleri seven ve kendilerine tabi olanlar, Hz. Peygamber’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) “Livâü’l-Hamd” ismiyle meşhur sancağın altına, bu imamları ile birlikte gelecektir.
Mahşerde bütün dostluklar bitecektir. Kimsenin nesebi, dünya şerefi, makamı, malı, evladı, ağalığı, paşalığı geçerli olmayacaktır. Dostlukları sırf dünya adına olanlar ve isyanda bir araya gelenler birbirlerine lanet okuyacaklardır. [41] Sadece Allah için birbirini seven muttakilerin dostluğu kalacak ve fayda verecektir. [42] Cenab-ı Hakk mahşer günü şöyle buyuracaktır:
“Benim celâlim (rızam) için birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bugün onları kendi (rahmet) gölgemde gölgelendireceğim.“ [43]
Herkesin mahşerdeki hâli, sıkıntısı, ızdırabı ve terlemesi farklı olacaktır. Mahşerin çok değişik hâl ve manzaraları vardır. Mahşerde Allah Teâlâ celal ve cemal sıfatlarıyla tecelli edecektir. Müminlere sonsuz rahmetinin en açık tecellilerini gösterecek; zerre kadar imanı olanlar ateşte bırakılmayacaktır. Kâfirler ise, O’nun Kahhar, Melik, Aziz, Muntakim sıfatlarının tecellisini göreceklerdir. Kendilerine tam bir adalet uygulanacaktır.
Rabbi ile irtibatını sağlam tutmaya çalışan, O’nun dinini hayatının merkezine koyan bir mümin, bu yaradılış gayesini bilen ve kendini ona göre ayarlayan kişidir. Zerreden kürreye kadar bütün mevcudat nasıl boyun eğiyorsa, o da Rabbi’ne boyun eğmiştir, O’na teslim olmuştur. Zaten İslâm kelimesinin bir anlamı da budur. Kalbi, kendisinden beklenen ilâhi vazifelere hassas ve açıktır. 0nun için hayat, doğum ve ölüm bir zaman diliminden ibaret değil, ebediyetin tarlasıdır. Burada yaptığı her şeyin toprağa atılan tohum mesabesinde olduğunun farkındadır. Ahiret ise hasadını devşireceği yerdir.
Menkıbe
Bir zat bir gün sevdiği bir talebesine;
‘’Evladım bir şey muhakkak ise onu oldu bil buyurdu,’’ buyurdu.
Delikanlı sordu: ‘’Muhakkak olan nedir ki hocam?’’
Mübarek şöyle cevap verdi: ‘’Ölümdür. Ölümden kurtuluş yok. Ama muhakkak olan bir şey daha var.’’
Genç merak etti: ‘’O nedir efendim?’’
Mübarek: ‘’Pişmanlık. Herkes pişman olacak ahirette.’’
Ölümü Tefekkür
Tefekkür herhangi bir mesele hakkında düşünme, zihni yorma, derin düşünme ve işin şuuruna varmadır. Tefekkürün zıddı, fikirsizlik ve düşüncesizlik demektir.
Tefekkür, insana mahsus bir özelliktir. İnsan, tefekkür sayesinde diğer varlıklardan ayrılır ve üstün olur. Tefekkür ancak kalpte tasavvuru mümkün olan şeyler hakkında yapılabilir. Onun için, Allah'ın yarattığı varlıklar hakkında tefekkür mümkündür. Fakat Allah'ın zatı hakkındaki tefekkür mümkün değildir. Çünkü Allah Teâlâ hiç bir şekilde suret olarak vasıflandırılamaz ve şekil olarak hayal edilemez.[44]
Tefekkürün neticesinde insan geniş bir ilme sahip olur. İnsanın ilmi artınca da, kalbinin hali değişir. Onun neticesinde de, insanın hali ve hareketleri değişir. Görülüyor ki insanın bilgisinin artması ve davranışlarının düzelmesi, tefekkürle başlar. Onun için şanı yüce olan Allah Teâlâ Kur'an'da çeşitli hususları dile getirdikten sonra "... Şüphesiz bunda tefekkür eden (düşünen) bir kavim için ibretler vardır" [45] demektedir.
Aslında bütün zihin faaliyetlerinin yeri kalptir. Kişinin bir şeyi bilmesi, onun farkına varması, bir şeye şahit olması, bilginin kendisi için kesinlik kazanması (yakîn) gibi faaliyetler kalbin işlerindendir.
Bunlar arasında şuur, duyuların dış dünya ile ilişkiye geçmesi sonucu oluşan ve kalbe ulaştığı zaman belli bir bilgi meydana getiren şeydir. İnsan, bir şeyin şuuruna, yani farkına vardıktan sonra, şuuruna vardığı şeyler hakkında düşünmeye, kalbinde onlar hakkında bir iz bulmaya başlar.
İşte kalpteki bu faaliyetin adı tefekkürdür. Kalbin incelmesi ve boş duygulardan temizlenmesi ancak, ölümü, kabri ve ahiret hallerini düşünmekle mümkün olur.
Onun içindir ki Sadat-ı Kiram, müridinin kalbin günahlardan temizlenmesi, ahirete yönelmesi, dünyadan sevgisini çekmesi için en etkili yol olarak ölümü tefekkürü seçmeleri çok manidardır. Arifler buna ölüm rabıtası demektedirler.
Safiye (r.anha)şöyle der: "Bir hanım geldi ve Hazret-i Aişe (r.anha) ya, kalbinin katılığından şikâyet etti. Hazret-i Aişe (r.anha) ona şöyle dedi: “Ölümü çokça an, kalbin yumuşar!” Kadın Hazret-i Aişe (r.anha)'nın dediği gibi yaptı ve gerçekten de kalbi yumu­şadı. Daha sonra Hazret-i Aişe (r.anha)'a geldi ve kendisine teşekkür etti!" [46]
İmam Gazali (r.ah) şöyle buyurur: ”Bilmelisin ki, cenaze basiret sahipleri için bir ibrettir. Bu aynı zamanda insanlar için bir uyarı ve düşünmelerini sağlayacak bir hadisedir. Fakat bu durum gaflet ehli için farklıdır; ölümü müşahede etmek onların kalplerinin katılığını arttırmaktan başka bir işe yaramaz! Zira onlar, hep başkalarının cenazelerini seyredeceklerini zannederler; bir gün kendilerinin de tıpkı o cenazeler gibi başkalarının omzunda mezara doğru taşınacaklarını he­saba katmazlar. Yahut bunu hesaba katarlar, fakat kendi ölümlerinin pek yakın olduğunu; şu anda eller üzerinde taşınmakta olan cenazelerin de daha önce uzun emeller taşıyarak aynı düşüncelere sahip olduklarını, ancak onların hesabının boşa çıktığını ve sürelerinin ummadıkları şekilde erken dolduğunu düşünmezler.”
Dahhâk(r.ah) şöyle der: "Bir zat gelerek Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)'e dedi ki: “Ey Allah'ın Resûlü! İnsanlar içinde en zahid olanları kimdir?” Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: /419/ “Kabri ve kabir içinde çürümeyi unutmayan, aşırı dünya süslerini terk eden, baki kalanı fani olana tercih eden, yarını kendi ömründen saymayan ve kendisini bu günden ölüler arasında sayan kişi!" [47]
İbn Şîrîn’in yanında ölüm anıldığı zaman bütün âzaları sanki hayatiyetini kaybetmişçesine dona kalırdı.
Ebû Hânî Eş‘as anlatıyor: “Hasan-ı Basrî’nin sohbetlerine devam ederdik. Onun sohbetlerinin konusu daima cehennem, âhiret olayları ve ölümü anmak oluyordu.”
Hasan-ı Basrî (r.ah) der ki: “Ne kadar akıllı insan gördüysem, muhakkak onun üzerinde ölüm korkusunu ve üzüntüsünü hissetmişimdir.”
İşte bu misallerden de anlaşılacağı üzere tefekkür eden kişinin kalbi değişir. Kalbin iyi yöne doğru değişmesi, kişinin ahlâkının iyiye doğru gitmesinin başlangıcıdır. Allah'ı, O'nun âyetlerini, ölümü ve ölümden sonrasını, hesab'ı ve Cehennemi çok düşünenler, elbette kendilerine çekidüzen verenlerdir.
Enes b. Mâlik(r.a.) Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)'den şöyle rivayet eder: "Ölümü bolca yâd ediniz. Çünkü o, günahları temizler ve dünyadan so­ğu­tur!" [48]
Yine Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurur: "Sevilenden ayırıcı olarak ölüm yeter!" [49]
Yine Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurur: "Nasihatçi olarak ölüm yeter!" [50]
Bir gün Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) mescide çıkıp gelir. Mescidde bir grubun otu­rup konuştuklarını ve gülüştüklerini görür. Bunun üzerine buyurur ki: ‘’Ölümü çok sık anın! Nefsimi kudret elinde tutana yemin ederim ki, eğer sizler benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız!" [51]
Hazret-i Aişe (r.a.)validemiz şöyle der: “Ey Allah'ın Resûlü! Acaba şehitlerle birlikte haşr edilecek kimse var mıdır?” diye sordum. Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz “Evet! Kim günde yirmi defa ölümü hatırlarsa, şehitlerle birlikte haşr edi­lecektir” [52] buyurdu.
Hz. Ömer’in (r.a) yüzüğünün kaşına, "Öğüt verici olarak ölüm sana yeter ey Ömer” [53] yazdırmış olması ibret vericidir.
Bu üstünlüklere sahip olmasının sebebi, ölümü hatırlamanın, aldanma yurdu olan dünyadan insanı soğutması ve ahiret için hazırlık yapmaya sevk etmesidir. Ölümü unutmak da, insanı dünya zevklerine dalmaya iter. Dünya zevklerine dalan insan ise Allah muhafaza hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyanın peşinden koşturup durur.
Allah Teâlâ, sadatların himmet ve bereketiyle ahiretimizi mamur edip, hayırlı bir şekilde vefat etmeyi, dünya ahret büyüklerin himayesinden ayrılmamayı bizlere nasip etsin inşaellah. Âmin.
[1] Ankebut, 57.
[2] Nisa suresi ayet-136
[3] İbnu Kesir, Tefsir, VI, 593. Riyad, 1997
[4] Yasin suresi ayet-79-81
[5] Bakara suresi ayet-286
[6] Hadid suresi ayet-20
[7] Ahkaf suresi ayet-64
[8] A’la suresi ayet-16-17
[9] Ehli Sünnet İnancı, Dr. Dilaver Selvi, Semerkand Yay.
[10] A’raf suresi ayet-34
[11] Buhârî, Rikâk, 4.
[12] Casiye suresi ayet-21
[13] Vakıa suresi ayet-88-94
[14] Ebu Nuaym, Marifetü’s-Sahabe, II, 231 No:2572. (Beyrut, 2002); Tabarani, el-Kebir, No: 4188; İbnu Hacer, el-İsabe, I, 425; Suyuti, Şerhu’s-Sudur, 77; el-Muttaki, Kenz, No: 42194; Heysemi, ez-Zevaid, II, 326.
[15] Aliyyü’l-Kâri, Şerhu Fıkhi’l-Ekber, 170-171; Kadızade, Fevaidü’l-Ferâid (Tam Amentü Şerhi), 310; Edib Keylani, Avnu’l-Mürid Şerhu Cevhereti’t-Tevhid
[16] Buhari, Rikak, 41; Müslim, Zikr, 5 (No: 2065)
[17] Ferîdüddin Attâr, İlâhinâme, s.203-204
[18] Bu konuda geniş bilgi için bkz: Suyuti, Şerhu’s-Sudûr, 204 vd
[19] İbrahim suresi ayet-27
[20] Müslim, Fedail, No:2375;Hâkim, Müstedrek, II,421;Heysemi, Mecmeu’z-Zevaid, VIII,211
[21] İlgili hadisler için bkz: Münziri, et-Terğıb ve’t-Terhib, No:2464-2500;İbnu Kayyim,Cilâü’l-Efhâm,29 vd
[22] Kadızade, Feraidü’l-Fevaid (Tam Amentü Şerhi), 326
[23] Buhari, VI, 157; Müslm, Fiten, 42; 141; Nesai, Sünen, IV, 111
[24] Tirmizi, Cenaiz, 19; İbnu Mace, Cenaiz, No: 1474
[25] Suyuti, Şerhu’s-Sudur bi Şerhi Hâli’l-Mevta ve’l-Kubûr, 255 vd
[26] Minah
[27] Tirmizî, Zühd, 14; Bezzâr, el-Bahrü’z-Zehhâr, nr. 1544; Taberânî, el-Mu'cemü’l- Evsat, nr. 4072, Müsnedü’ş-Şâtniyyîn, tır. 612; Beyhakî, Şuabü’l-İmân,
[28] Zümer suresi ayet-68
[29] Kâf suresi ayet-19-22
[30] A’raf suresi ayet-57
[31] Buharî,tefsîr,39-78,Müslim,fiten,141-143,Ebû Davud,Sünnet,22,Nesâî,cenâiz,117,İbn Mâce,zühd,32, Taberânî,cenâiz,49,Ahmed,2/322,428,
[32] et-Taberi,Taberi Tefsiri,IV,62-63.
[33] Buhari, No:3532; Müslim, İman, 230-233; Ahmed, Müsned, III, 136, 140
[34] Enam suresi ayet-38;Kehf suresi ayet-48;Meryem suresi ayet-68;Nebe suresi ayet-38
[35] Buhari, Rikak, 45; Müslim, Cennet, 41
[36] Kehf suresi ayet-48;Nebe suresi ayet-18
[37] Nesai, Cenaiz, 118; Ahmed, Müsned, V, 165
[38] Meryem suresi ayet-85
[39] İsra suresi ayet-97
[40] İsra suresi ayet-71
[41] Sebe suresi ayet-31-33;Ahzab suresi ayet-67-68
[42] Zuhruf suresi ayet-67
[43] Müslim, Birr, 12 (No:37)
[44] el-İsfahânî,el-Müfredât,578
[45] Nahl suresi ayet-11
[46] Gazali, Kalplerin Keşfi,202
[47] el-Beyhakî, Şu‘abu'l-Îmân, 10565.
[48] es-Suyûtî, el-Câmi‘u's-Sağîr, 1401, İbnu Ebi'd-Dünyâ'dan naklen.
[49] el-Hâris, el-Müsned, (Zevâ’id), 2/854.
[50] el-Heysemî, Mecma‘u'z-Zevâ’id, 18204.
[51] Buhârî, 4621; Müslim, 2359.
[52] el-Kurtubî, et-Tezkire, s. 21.
[53] İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımaşk, 44/260.) hâdis-i şerifini (Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 10556.
Facebookta Paylaş

Paylaş