O Okuma Vakti
Download http://bigtheme.net/joomla Free Templates Joomla! 3

Sohbet

GÜNÜN SOHBETİ
"AHDE VEFA ve SÖZÜNDE DURMAK"
Yüce Rabbimiz, Kur’an’da müminlerin özelliklerini sıralarken şöyle buyurur:
“Müminler muhakkak ki felâh bulmuşlardır. Onlar ki, namazlarında huşu sahibidirler. Onlar ki, boş sözden ve faydasız işten yüz çevirirler. Onlar ki, zekâtlarını verirler. Onlar ki, ırzlarını korurlar. (...) Onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.”[1]
Ahd, hem Allah’ın insanlara teklif etmiş olduğu hükümler, hem de insanların Allah’a karşı veya Allah namına diğerlerine karşı yerine getirmeyi taahhüt etmiş oldukları hususlardır.
Kur’an-ı Kerim’de, “Allah’ın ahdini yerine getiriniz”[2] buyrulmaktadır.
Tefsirlerimize göre Allah’ın ahdi, Allah’ın bize teklif etmiş olduğu ahitler, emirler, nehiyler ve aynı zamanda bizim Allah’a veya Allah adına başkalarına verdiğimiz sözler, adaklar, yeminler, akitler demektir. Dolayısıyla Kur’an’ın bu ayetine göre dinimizde ahdi bozmak haramdır.
Ahd kelimesi İslam’i bir kavram olarak "ahd-ü misak" şeklinde kullanılmıştır. Ahd kelimesi, Kur'an'da 46 yerde geçer. Benzer anlama gelen misak kelimesi de 25 yerde kullanılır.
Allah Teala Âdem (a.s)’ı insanlığın atası ve temsilcisi olarak yarattığında Adem (a.s)’ın şahsında tüm insanlık alemini muhatap alarak ilk ahidleşmede:
“Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: ”Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği vakit, "pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz" dediler. (Bunu) kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu." demeyesiniz diye (yapmıştık).” [3] buyurarak, tüm insanoğlunun yaşamlarını kapsayan, yaratıcısını bilmesi ve ona yönelip ibadet etmesini dilemesidir. Bu tür bir ahid fıtri bir ahiddir. Allah'ın varlığına inanmak ihtiyacı, insan yaradılışında sürekli ve kalıcıdır.
İmam-ı Azam (r.ah) şöyle der:
”Allah’u Teâlâ Âdem (a.s)’ın zürriyetini, küçük karınca şekli üzerinde, Âdem (a.s)’ın neslinden yaratmış, onlara akıl vererek hitap etmiş, emir ve yasaklarda bulunmuştur. O’nun Rabbleri olduğunu ikrar etmişlerdir. Kulların bu ikrarları iman olmuştur. Bu sebeple bütün kullar, bu iman fıtratı üzerine doğarlar” [4]
Allah’u Teâlâ’nın bizimle yaptığı bu misakı, yani ilahi sözleşmeyi, şimdilik hatırlamıyor olsak bile, Yüce Rabbimizin hatırlatmasıyla, bizim Onunla böyle bir sözleşme yaptığımızı kesin olarak kabul ederiz; etmeliyiz. Biz unuturuz fakat Rabbimiz unutmaz; biz yanılırız, ancak O yanılmaz. Biz zamana bağlıyız, O ise zamanı yoktan var edendir; zaman ve mekân onu bağlamaz.
Ahde vefa konusunda İslam son derece titiz davranır. İnsanlar arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olması için yegâne garanti vasıtası ahde vefadır. Bu güven olmadan veya sağlanmadan sıhhatli bir toplum hayatı mümkün olamaz. Allah öyle bir topluma rahmet nazarıyla bakmaz.
"Allah'ın ahdini misak ile belgeledikten sonra bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği bağlantıları koparanlar ve yeryüzünü bozguna verenler var ya, işte lanet olsun onlara! Ve yurdun kötüsü de onlaradır" [5]
Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)'den bir rivayet şöyledir:
"Ahdine vefası olmayanın imanı da (dini de) olamaz" [6] buyurmuştur. Burada imanın kemalatı olmaz manasındadır.
Ahde vefanın iki yönü vardır. Birincisi yukarıda anlatıldığı gibi kulun Rabb’ine verdiği sözünde durarak sadakat göstermesi diğeri de kulun kula olan sözündeki sadakatidir. Sanki ahde vefa denince sadece kulun Rabb’ine verdiği sözde sadık kalması gibi anlaşılıyor.
Vefa göstermenin temel belirtisi, insanın sözünü yerine getirmesi veya maddi ve manevi borçlarını ödemesidir. Verilen söz ve yapılan anlaşmalarımız gereği olan ahde vefa, İslâm ahlâkının en önemli ilkelerinden birisidir. Yapılan sözleşmeye uymayı istemek kazanılmış bir hak, onu yerine getirmek de kabul edilmiş bir görevdir. Verdiği sözü tutmayan kişi, karşı tarafın hakkını ödememiş ve kendi vazifesini yerine getirmemiş olur. Bundan dolayıdır ki Peygamberimiz s.a.v. verilen sözün tutulmamasını münafıklığın üç alametinden biri saymıştır.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
"Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler. Verdiği sözde durmaz. Kendisine bir emanetverildiğinde hıyanet eder." [7]
Öyleyse mü’min asla yalan konuşmaz. Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:
"Mümin, hıyanet ve yalanbulunmayan her ahlakı kendisine huy edinebi­lir" [8] derken bu iki sıfatın mü’min de bulunmayacağını belirtmektedir.
Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem), bir Müslüman’ın hırsızlık, zina, içki gibi hakkında had cezası gelen en ağır suçları işleyenlerin bile cennete gidebileceğini belirtir, fakat yalanı Müslüman’a bir türlü yakıştıramaz. Aleyhissalâtu vesselam'ın ifadelerinden, yalanın sayılan bu günahlardan çok daha çirkin, çok daha alçaltıcı bir cürüm, en bayağı bir ahlaksızlık olduğunu anlamaktayız. Hadis-i şerifte buyruldu ki:
"Mü'min de her huy bulunabilir, yalan ve hıyanet hariç." [9]
Menkıbe
Safvan İbnu Süleym (r.a) anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resulü! dedik, mü'min korkak olur mu?" "Evet!" buyurdular.
"Pekiyi cimri olur mu?" dedik, yine: "Evet!" buyurdular. Biz yine:
"Pekiyi yalancı olur mu?" diye sorduk.
Bu sefer: "Hayır!" buyurdular." [10]
Abdullah b. Mesud (r.a)’nın rivayet ettiğine göre, Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Bir kul doğru olur ve devamlı doğruluğun peşinde olursa, Allah katında sıddık (dosdoğru kul) diye yazılır. Kim de devamlı yalan söyler ve yalan peşinde olursa, Allah katında çok yalancı bir kul olarak yazılır.” [11]
Sözünde durma gayreti içinde olup, özürleri sebebiyle yerine getiremeyenler, görünüşte münafık gibi görünseler de hakikatte münafık olmazlar. Fakat yine de, münafık olmaktan kaçındığı gibi, öyle görünmekten de sakınmak lâzımdır. Önemli bir engel olmadıkça kendini mazur saymamalıdır.
Bu konuda Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Bir kimse yerine getirme niyetiyle birine söz verse (onu yerine getiremediği zaman) sözünde durmamış sayılmaz.”
Başka bir rivayette de şöyle buyurmaktadır:
“Yerine getirme niyetiyle biri kardeşine söz verse, fakat sözünü yerine getirme imkânı bulamazsa ona bir günah yoktur.” [12] her iki hadiste de anlaşılacağı üzere, şart yerine getirmeye niyet etmektir.
Bilinmelidir ki, dil bu musibetin kaynağıdır. Dil, adeta söz vermede yarışır. Sonra da nefis, genellikle o sözü yerine getirmeye yanaşmaz. Böylelikle sözünde durmamış olur. Bu ise münafıklığın alâmetlerindendir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Akitleri yerine getiriniz.” [13]
Bu konuda Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Söz vermek (de karşıdaki insana vaad edilmiş) bir ikram gibidir.” [14] Bunun için söz verince yerine getirmek gerekir.
Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem) bir başka hadis-i şerif de ise şöyle buyurur:
“Söz, borç gibidir veya ondan daha önemli” [15] buyurarak ağızdan çıkanın önemini dile getirmiştir. Bunu söylerken de yaşantısında da bunu tatbik ederdi.
Menkıbe
Abdullah b. Ebü’l-Hansa (r.a) anlatır:
Allah Resûlü’ne peygamberlik verilmeden önceydi.
Kendisiyle alışveriş yapmıştım ve bir miktar borcum kalmıştı.
Bir yerde ödemek üzere anlaştık. Ona getireceğime söz vermiştim.
Ancak o gün ve ertesi gün borcumu götüreceğimi unuttum.
Üçüncü gün gittim ki, Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem) hala orada bekliyordu. Beni görünce,
“Ey genç! Bana zahmet verdin; üç gündür seni burada bekliyorum” buyurdu. [16]
Bir müslümanın sözü, Allah’a verilmiş bir söz gibidir. Müslüman, Allah korkusu taşıdığından ahdini bozmayı düşündüğü an Allah’ın kendisini hesaba çekeceğini düşünür ve bundan vazgeçer. Çünkü ahdine bağlı kaldığında Allah katında kendisi için mükâfatlar hazırlandığının şuurundadır.
Allah Teâlâ ayet-i celilide şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın ahdini az bir pahaya satıp değişmeyin. Eğer bilirseniz Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır.”[17]
Müslümanların verdikleri sözü tutmalarından dolayı tarihte birçok kavimlerin İslâm’a girdiği görülmüştür. Müslümanlardaki doğruluk ve sadakat, inançlarındaki samimiyet ve ihlâs, işlerindeki temizlik ve dürüstlük onları hayran bırakmıştır. Bu vesileyle İslâm’la tanışmalarına ve hidayet bulmalarına sebep olmuştur. Böylece müslümanlar ahitlerini bozmamakla, kaybettikleri basit ve küçük çıkarlar yerine pek büyük kazançlar elde etmişlerdir.[18]
Menkıbe
Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya’ya gitti ve oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da o bölge halkının aradığı cinstendi. Tüccarın kendisi kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi.
Bir gün geç geldi iş yerine. Ama kasada fazlaca para vardı. Belli ki tezgâhtar iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu:
– Hangi kumaşlardan sattın?
– Şu kumaştan efendim.
– Metresini kaça verdin?
– On akçeye.
– Nasıl olur, diye hayret etti tüccar; beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?
Tezgâhtar gitti, müşteriyi buldu getirdi. Dükkân sahibi, müşteriyi karşısında görür görmez helallik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu. Ne demekti hakkını helal et?
Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı ve sordu:
– Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk ne de gördük. Bunun aslı nedir?
– Ben, dedi tüccar; müslümanım. İslâm dini böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmişti. O yüzden kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.
Kral, İslâm nedir, Müslümanlık nedir, gibi peş peşe sorular sordu. Tüccar birer birer soruları cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm’ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.
250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya’nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır, sadece beş akçelik bir kumaş ve hakkaniyete uygun “küçük” bir davranış idi…
Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in müjdesi herkese açık:
“Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir.”
Asıl olan söz dili değil, hâl diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. İnandığı gibi anlatmaktan ziyade inandığı gibi yaşamaktır.[19]
Sözünde durmanın bir başka boyutu da aile ve iş çevresinde yalan vaatlerde bulunmamaktır.
Abdullah b. Amir (r.a) anlatıyor: Ben küçükken, Allah Resulü bize gelmişti. Ben oyun oynamak için çıkmıştım. Bir ara annem,
“Ey Abdullah gel, sana bir şey vereceğim” diye beni çağırdı. Bunun üzerine Allah Resulü(s.a.v) anneme,
“Ona ne verecektin?” diye sordu. Annem de,
“Hurma” deyice Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem),
“Eğer dediğini vermeyecek olsaydın senin için yalan yazılırdı” buyurdu. [20]
İşte bunun gibi küçük ve masum saydığımız nice sözünde durmayacağımız vaatlerle söylenen yalanlar aile içindeki samimiyet ve dürüstlüğü zedeler. Böyle bir aile büyüklerinin yetiştirdiği bir çocuğun nasıl bir ahlak sahibi olacağı bir düşünülsün?
Menkıbe
Rivayet edildiğine göre Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem), Ebü’l-Heysem b. Teyhan’a bir hizmetçi vereceğine söz verdi.
Bir ara Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e üç esir getirildi. İkisini başkalarına verdi. Elinde biri kaldı. O sırada Hz. Fatıma (r.anha), Resulullah Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in yanına gelerek,
“El değirmeni çevirmekten elim tahriş oldu; bana bir hizmetçi versen" diye halini arz etti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v), Ebü’l-Heysem’e verdiği sözü hatırlayarak,
“Ebü’l-Heysem’e verdiğim söz ne olacak?” buyurdu.
Hz. Fatıma (r.anha) zayıf elleriyle değirmen taşını döndürmek zorunda kalıyorsa da Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem) daha önceden Ebü’l-Heysem’e söz verdiği için sözünü, kızı Fatıma’ya (r.anha) tercih etti. [21]
İşte bu davranış, müminin kendi ve yakınlarının menfaatine olmasa da verdiği sözü yerine getirmenin ehemmiyetini dile getirmektedir.
İş çevresinde ise aynı durumlarla karşılaşılmaktadır. Zamanımızda doğru ve dürüst olmak sanki ”Aptal”lıkla eş değere gelmiştir. Müşterileri kandırmak, onların manevi duygularıyla oynamak, yalan ve mesnetsiz sözlerle yapılacak bir satışın adı “Tezgâhtarlık” olduğu bir zamanda galiba hakiki manada dinin emirlerinden nasıl yüz çevrildiği aşikârdır.
Bunun yanı sıra vadeli veya borç olarak alınan bir malın karşılığını ödemeyi vaad eden bir Müslüman’ın zamanı geldiği halde hala savsaklayarak ödemeyi öteleyip sözünde durmayıp yapılan ahde vefa göstermeyerek karşı tarafı sıkıntıya sokmak ve hatta onun iflasına giden bir yolda katkısı bulunmanın vebalini bir düşünmemiz gerekir?
Allah Teâlâ, inananlara şöyle hitap ediyor:
“Ey iman edenler! Ne zaman belli bir süre ile karşılıklı bir borç ilişkisine girerseniz, onu yazın!"[22]
Bu ayeti delil gösteren İslam âlimlerinin bir kısmı, bir borç ilişkisine girildiğinde onun yazılmasının farz olduğuna, çoğunluk ise sünnet olduğuna hükmetmişlerdir.[23]
Rabbimizin bu konuya ne kadar önem verdiğini, peşin olan alış-verişlerde bile şahit tutmamızı öngörmesinden anlayabiliriz. Birçok hukuki meselenin kaynağı olan yukarıdaki ayet-i kerimeden, özellikle bir konuyu öne çıkartabiliriz. O da:
Alış-verişlerinizde, borç verip-aldığınızda veya herhangi bir sözleşme yaptığınızda, zamanımızın en güvenilir belgelerini kesinlikle kullanınız. Bu senet olabilir, noter gözetiminde sözleşme olabilir, güvenilir şahitler olabilir. Hâsılı mevcut imkânların en çok güvence verenlerini tercih ediniz. Böyle davranmak Allah’ın isteğidir; kesinlikle muhataplarınıza güvensizlik değildir. Bunu güvensizlik olarak algılayanların ikaz edilmesi ve yukarıdaki ayetin kendilerine okunması gerekir.
Yukarıdaki ayetin ışığında oluşturulacak ticari ilişkiler, hem fertlere ve hem de topluma huzur getirecektir.[24]
Menkıbe
Bir ara Allah Resulü, koyun alışverişi yapan ve karşılıklı yeminleşen iki adamın yanından geçiyordu.
Onlardan biri (satıcı), “Vallahi şu fiyattan daha aza inmem” diyor, diğeri de,
“Vallahi şundan daha fazlasını vermem” diyordu. Bu yeminleşmelere rağmen alıcının koyunu alıp gittiğini görünce Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem),
“Onlardan biri günahı ve yemin kefaretini yüklendi” buyurdu. [25]
Denilmiştir ki, “doğru sözlü bir tüccar asla fakir düşmez.” Sözü imanı kemale ermiş, Allah’ın vaadini tutacağına inanan bir mü’min için bir değer teşkil eder. Sadece zahiri verilere dayanarak tüccarlığı yeğleyenler için bu sözün ne kadar kıymeti olabilir ki?
Allah Resûlü (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Yalan, rızkı azaltır.” [26]
Diğer bir hadisinde,
“Tüccarlar facirdirler” buyurdu. Bunun üzerine sahâbeler,
“Ey Allah’ın Resulü! Allah Teâlâ alışverişi helal kılmadı mı?” dediler. Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem),
“Evet, helal kıldı; ancak onlar (içinde pek çoğu) yemin ederek günaha girerler, konuştuklarında yalan söylerler" [27] buyurdu.
İşte bu vasıfları kendinde meziyet edinen ahlaken zayıf ve imanı kemale ermemiş Müslümanların akıbetini Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle anlatmıştır:
“(Rüyamda) şöyle gördüm: Yanıma bir adam geldi. Bana,
“Kalk’ dedi. Ben de onunla beraber kalktım. İki adamla karşılaştım. Biri ayakta duruyor, diğeri oturuyordu. Ayakta duranın elinde demirden mahmuz vardı. Onu, oturanın bir yanağına geçirip omuz başına kadar çektiriyordu. Sonra diğer yanağına geçirip onu da omuz başına kadar çektiriyordu. Bu sefer diğer taraf eski haline dönüyor, iyileşiyordu. Beni kaldırana,"Bu nedir?’ diye sordum.
Cevaben, “Bu, çok yalan konuşandır. Kıyamete kadar kabrinde böyle azap olunacak” dedi.” [28]
Şâh Kirmânî (k.s) hazretleri sohbetindeki müritlerine şöyle derdi:
“Yalandan, hainlikten ve gıybetten sakının; sonra ne yaparsanız yapın!”[29] buyurarak toplumun her katmanında iyi bir fert olmanın yolunu göstermiştir.
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsmail’i (a.s) şöyle övmüştür:
“Gerçekten o, sözüne sadıktı.” [30]
Anlatıldığına göre Hz. İsmail (a.s) ile bir arkadaşı bir yerde buluşmak üzere sözleştiler. Arkadaşı buluşma saatini unuttu. Hz. İsmail (a.s) onu tam yirmi iki gün bekledi.
Harun b. Rübab anlatıyor:
“Abdullah b. Ömer’in (r.a) vefat anı yaklaşmıştı. Şöyle vasiyet etti:
‘’Kureyş’ten bir adam benim kızımı istemişti. Ben de ona söz verir gibi olmuştum. Vallahi! Bende münafıklığın üç alâmetinden biri bulunduğu halde Allah’ın huzuruna varmak istemem. Sizi şahit tutuyorum! Kızımı ona verdim.” [31]
Verilen söze hayli önem veren büyüklerimiz de bu konu ile ilgili pek çok söz söylemişlerdir. Atalarımız; “ölmek var dönmek yok, söz bir Allah bir” gibi vecizelerle ahde vefanın önemini vurgulamışlardır asırlar boyu.
Evet, söz önemlidir; çünkü mümin çoğu zaman verdiği söze göre değerlendirilir. Hepimiz şahit olmuşuzdur bir insan için “Sözünde bile durmuyor, sonra da bize dinden, ahlaktan bahsediyor” dendiğine.
Ya da tam tersi “O adam söylediyse doğrudur, sözünün eridir o, yapar söylediğini” gibi ifadelerle sözün hakkını verenlerin zihinlere nasıl bir güven telkin ettiğine.
Yani sözlerimiz bizim kimliğimiz, ismimizin önüne geçen referanslarımız gibidir.
Menkıbe
Büyük şair Mehmet Akif Ersoy ve arkadaşı Eşref Ediple öğle yemeği yemek üzere sözleşirler bir gün.
Yemek Eşref Edip’in evinde yenecektir ve Edip’in evi Vaniköy’de Akif’inki ise Beylerbeyi’ndedir.
Sözleştikleri gün şiddetli yağmur yağması üzerine Eşref Edip, Akif’in gelmeyeceğini düşünerek komşusuna gider.
Akif ise yağan şiddetli yağmura rağmen Edip’in evine gelir ve onun çıktığını öğrenir. Sırılsıklam bir halde içeri dahi girmeden tekrar döner. Eve geldiğinde Akif’in gelmiş olduğunu öğrenen Edip çok üzülür ve ertesi gün hemen Akif’in yanına gider.
Kendisine kırılmış olan arkadaşından özür dilemeye, gönlünü almaya çalışırken Akif ona şu unutulmayacak sözü söyler: “Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir.”[32]
Allah Teâlâ ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah’ın en çok nefret ettiği şeylerdendir.”[33]
Rivayet olunduğuna göre cihat emri gelmeden önce bazıları, ‘eğer Allah’ın en sevdiği işi bilsek onu yapar, canımızı ve malımızı o iş uğrunda feda ederdik,’ derler. Bunun üzerine cihat ayeti nazil olur. Fakat gereğini yapmakta yavaş davranırlar. Bundan dolayı Saff suresinin yukarıdaki ayetleri indirilir.[34]
Zikrettiğimiz bu ayet ve hadisler, mümin için emanetin (güvenilirlik sıfatının) hem dünya, hem de ahiret hayatı için vazgeçilmez olduğunu göstermeye yeter. Böyle olduğu için Tabiun neslinin büyüklerinden Urve b. Zübeyr rh.a., “kişinin emaneti (güvenilirliği) eksildikçe imanı da eksilir” demiştir.[35]
Yukarıdan beri anlatıla gelen yalancılığın ve sözünde durmamanın münafıklık alameti olduğu, bu vasıflara haiz olanların akıbetinin çok elim olacağı ayet ve hadislerle anlatılmıştır. Öyleyse bu sıfatların acele olarark zıttı olan güzel sıfatlara tebdil edilmesi gerekir ki, mü’min Allah’ın rahmetine mahzar olabilsin.
Onun içindir ki, kalp terbiye olmadan, verilen ilacı içmeden mertliği dert edinmeden ve gereğini yapmadan insandaki kötü sıfatlar değişmez.
Büyük veli Ebu’l-Hasan eş-Şazeli (k.s) şöyle der: “Maneviyat ilmi ve terbiyesi almayan kimse, hiç farkında olmadan birçok büyük günah işlerken ölür gider.” [36]
İmam Gazali (r.ah) manevi terbiyeye girip nefsi ıslah etmeyi, herkes için farz-ı ayın kabul eder. Yani olmazsa olmaz şart koşar, “Çünkü peygamberler hariç, hiç kimse manevi hastalıklardan uzak değildir ve onlardan tek başına kurtulamaz” der.
Öyleyse kalbin kötü haslet ve fiillerden temizlenmesi için mutlaka terbiye olmaya ihtiyaç vardır. Bu Manevi terbiyenin merkezinde mürşit vardır. Terbiye şeklini o belirler ve takip eder.
Aslında insanı terbiye edebilmek peygamber mesleğidir. Ama bugün Peygamberler olmadığı için varisleri olan mürşid-i kâmiller bu görevi üstlenmişlerdir.
Bunun için manevi terbiyenin Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in öğrettiği şekilde olması şarttır. Terbiyeden maksat fıtratı değiştirmek değil, onu güzele yönlendirmektir. İnsandaki kötü huyların iyi huylarla değiştirilmesi mümkündür. Peygamberler bunun için gelmiştir. Kendilerinden sonra bu iş, onların gerçek varisi kâmil insanlara kalmıştır.
Bir mürşide talebe olanlar manevi terbiye ve tedavide onun talimatlarına uymalıdır. Onun gösterdiği yoldan ve terbiye esaslarından uzak kalanların menfaatinin görülmeyeceği aşikârdır.
Müridlerin bir mürşide intisap ederken yaptıkları biat, verdikleri söz de bir ahittir. Buradaki ahdin manası, tam bir sadakat ve dürüstlükle kâmil mürşide bağlanacağına, harfiyen emirlerini yerine getireceğine söz vermek, bu uğurda her türlü meşakkat ve çileyi de göze almaktır.
Gücü yettiği kadar ahdine vefa ve yola sadakat gösteren bir mümin için, kâmil bir mürşide intisabın en önemli faydası, imanı muhafaza ve takviye etmektir.
O bakımdan ahde vefa ve civanmertlik odur ki, mürid yüzünü bir kere mürşidine döndürür ve başka dönmek nedir, ölünceye kadar bilmez. Var gücüyle ona muhabbet eder, sadakatle emirlerini yerine getirir.
Mürşide vefa göstermek, hakikatte Allah ve Rasulü (sallallâhü aleyhi ve sellem)'e vefa göstermektir ve ebedi selamete vesiledir.
Cenab-ı Mevlâ'ya vefalı olanlar, bunun sonucunda Allah'ın kullarına karşı da vefalı olurlar. İlâhi ahde vefa bütün hayata yansır.
Kısacası ahde vefa, kulun Allah'a, ümmetin peygamberine, müridin mürşidine, dostun dostuna, aile fertlerinin birbirine, milletin vatanına sevgi ve sadakatidir.
Allah Teâlâ bizleri sadatın himmet ve bereketiyle ahde vefalı olmayı nasip etsin inşallah. Âmin.
[1] Mü’minûn, 1-8. Ayrıca bkz. Mearic, 22-35
[2] En’am, 152
[3] A'raf suresi ayet-172
[4] İmam Azam Fıkh-ı Ekber (Aliyyül-Kari Şerhi), 93
[5] Ra'd suresi ayet-25
[6] Beyhakî,es-Sünnetü'l-Kübra,IX,231;Zehebi,Kebair,108
[7] Buhari,33;Müslim,59;Tirmizi,2631;Ahmed b. Hanbel,el-Müsned,8470
[8] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 21666; el-Heysemî, Mecma‘u'z-Zevâ’id,
[9] İbrahim Canan,Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi,XIV,546
[10] Muvatta,Kelâm,19,(2,990);İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi,XIV,547
[11] Buhari,Rikak,38;Müslim,Birr,29;Ebu Davud,Edeb,80;Tirmizi,Birr,46;Ahmed,Müsned,I,399;Ebu Ya’la, Müsned,no: 5138;İbnu Hıbban
[12] Ebu Davud,Edeb,90;Tirmizi,İman,14
[13] Maide suresi ayet-1
[14] Taberani,el-Mu‘cemü’l-Evsat,no:1752;Ebu Nuaym,Hilyetü’l-Evliya,VIII,259;İbn Ebü’d-Dünyâ,Kitabü’s-Samt,no:456
[15] Suyuti,Câmiu’s-Sagîr,no:5682,5683;Heysemî,Mecmau’z-Zevâid,IV,166;İbn Ebü’d-Dünyâ,Kitabü’s-Samt,no: 457
[16] Ebu Davud,Edep,90;İbn Ebü’d-Dünyâ,Kitabü’s-Samt,no:460
[17] Nahl, 95
[18] İnsanı Diri Tutan Vefa, Ahmet Alemdar, Semerkand Dergisi, Kasım 2008
[19] Doğrulukta Yansıyan Hakikat, Ahmet Alemdar, Semerkand Dergisi, Ocak 2008
[20] Ebu Davud, Edeb,88;Harâitî, Mekârimü’l-Ahlâk,140;Beyhakî, Şuabu’l-İman, no:4822
[21] Tirmizî,Zühd,39
[22] Bakara 282.
[23] Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I/247-265, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1987
[24] Alacak Ve Borçlarınızı Yazıyor Musunuz? Kemal Süleymanoğlu, Semerkand Dergisi, Temmuz 1999
[25] Zebidi,İthâf,IX,247
[26] Zebidi,İthâf,IX,247;Haraiti,Mesaviü'l-Ahlak,no:117
[27] Ahmed, Müsned, III,428,444;Hakim, el-Müstedrek, II,6;Beyhakî, Şuabü’l-İman, no:4746
[28] Buhari, Tabir,48
[29] Kuşeyri,Risale,
[30] Meryem suresi ayet-54.
[31] Kenzu’l-Ummal,II,159;Kandehlevi,Hayatü’s-Sahabe,III,78;İmam Gazali,Dilin Afetleri,121
[32] Söze Sadakat Gerekir, Rümeysa Oğuz Durak, Semerkand Aile Dergisi, Ocak 2010
[33] Saff, 2-3
[34] Tirmizî, Hakim, İbn Hanbel, Beyhakî, v.d.)
[35] İşlerimiz Aynamızdır, Ebubekir Sifil, Semerkand Dergisi, Ekim
[36] İbnu Acibe, İkazu’l-Himem,21;Dilaver Selvi, Kaynaklarıyla Tasavvuf, I,26
Facebookta Paylaş

Paylaş