O Okuma Vakti
Download http://bigtheme.net/joomla Free Templates Joomla! 3

Sohbet

GÜNÜN SOHBETİ
"NEFSİN SIFATLARI ve TERBİYESİ"
Kur'an-ı Kerim'de üç yüze yakın yerde “nefs” kelimesi geçmektedir. Bu kelime kelâm, fıkıh ve tefsir âlimleri hatta filozoflar tarafından muhtelif manalarda kullanılmış; ruh, can, kalp, ceset, benlik, bir şeyin hakikati, özü ve bütünü gibi yirmiyi aşkın mana verilmiştir.
Aslında nefsin mahiyeti tam olarak kelimelere dökülemeyecek kadar derindir. O yüzden nefsi en iyi kavrayanlar kâmil velilerdir.
Rabbanî âlimlerin tariflerinde nefs: “Kula ait illetli vasıfların kaynağı, kötülüklerin membaı ve içten vuran özelliği ile ruhun asıl âlemine yükselmesine mani olan tabii kuvvet” şeklinde tanımlanmıştır.
Hak yolunda kulun en büyük engeli kendi nefsidir. Manevi kirlerden temizlenmeyen nefis, Yüce Allah’tan perdelidir, taattan uzaktır, ilâhî sevgiden mahrumdur. Bu hüküm her devirde geçerlidir.
Azgın nefis insanı öyle esir alır ki, Yüce Allah’ı bıraktırır kendisine kulluk yaptırır “hevasını kendisine ilâh edinen kimseyi görmedin mi?”[1] ayeti, nefsin ne derece azdığını ve onun elindeki insanın ne kadar alçaldığını göstermektedir. İnsan imanı ve dini için korkacaksa, kendi nefsinden korkmalıdır.
Bilmemiz gerekir, nefs bütün kötülüklerin başıdır. Âlimler, veliler, nefsin şerrinden Allah’a sığınmayı, şeytanın şerrinden sığınmaktan yetmiş derece daha lüzumlu görmüş ve Allah’a sığınmışlardır. Çünkü şeytan bazı şartlarda insanı terk eder. Allah’a takva ile yaklaşan kullara şeytan bir şey yapamaz. Ama nefs-i emmare öyle değildir. Hayatı boyunca insanın peşini bırakmaz.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuşlardır:
“Kim de Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır.”[2]
Nefsi nehyedeceğimiz, yasaklayacağımız bu heva nedir? Müfessirler şöyle mana vermişler:
Nefsin hevası, ahirete hiçbir faydası olmayan, sadece dünyevî menfaatler için nefsin lezzet duyduğu, haz duyduğu her şeydir. Dünya lezzetleri için olan şehvet ve gazap hisleridir. Bunun için kim nefsini dünyanın lezzet ve şehvetinden men ederse muhakkak varacağı yer cennettir.
Nefsini hevasından men etmek bir müminin vazifesidir. Nefsin hevası dediğimiz zaman beşerin zarurî olan dünya ihtiyaçları bunun dışındadır. Bir mümin Allah’a kulluk için yemek, içmek, giyinmek gibi ihtiyaçlarını karşılamakla mükelleftir. Bunlar ile iştigal etmek heva sayılmaz. Çünkü bu Allah’ın hükmüdür, fermanıdır.
Yemeden, içmeden, giyinmeden hacet miktarınca dünyadan istifade etmeden yaşamak mümkün değildir. Ama bu zaruret miktarının dışına nefsin şehvet ve gazap duygusu tesiriyle çıkarak kudsî vazifeyi unutmak hevadır.[3]
Menkıbe
Cafer b. Süleyman, Osman'dan naklediyor:
Ebu Zer bir yerde konaklamış dinleniyordu.
"Ne istiyorsun, ey Ebu Zer?" diye sordum. Ebu Zer;
"Uyuyacak bir yer arıyorum. İşte şu nefsim var ya, o bir binek­tir. Ona iyi davranmazsam, beni taşımaz" dedi. [4] Yani dengeyi korumak ve nefis atına ihtiyaç miktarınca yem vermek gerekir.
Büyükler; “Nefsini bilen Rabbi'ni bilir” buyurarak, kişinin Rabbi'ne hakiki kul olabilmesinin yolunun, nefsini tanımasından geçeceğini ifade etmiştir.
Her nefs terbiye edilerek salih bir karakter kazanabilir. Hadis-i şerifte beyan edildiği üzere, “Her insan bir fıtrat üzere doğar. Sonra annesi babası onu yahudileştirir, hıristiyanlaştırır, mecusileştirir.”[5] Bu mukaddes haberin işaretinden de anlaşılıyor ki, insanlar çevrelerinin etkisiyle hayır ve şer istikametlerinde yönlendirilebilir. Bu itibarla nefs terbiyesinin lüzumu ve önemi açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
S. Abdülhakim Hüseynî (k.s.) hazretleri şöyle buyurmuştur: “Nefs, iki başı olan kırkayağa benzer. Bir başı alnının ortasındadır. Öbürü de karnının altındadır. Alnı ortasındaki nefis vücudun baş ve gövde kısmına hükme­der. Gözler, kulak ve aklın birçok meseleleri onun tesirinde kalır. Karnın altındaki nefsde bulunduğu mıntıkaya hükmeder.”[6]
Konuyla ilgili olarak akla şu sual gelebilir: Nefs ve şeytan olmasaydı da, hepimiz cennete gitseydik olmaz mıydı?
Böyle bir soru, öğrenmek kasdıyla değil de itiraz maksadıyla olsaydı, Allah korusun, imanı götürürdü. Çünkü Allah'ın takdirine rıza göstermek imanın şartlarındandır. O neylerse güzel eyler. Ayrıca mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Bizler O'nun işlerindeki hikmetleri tam manasıyla kavrayamayız.
Ancak, kömür ruhlarla elmas ruhları birbirinden ayırmak Allah'ın hikmet ve adaletinin gereğidir. Eğer nefs ve şeytan olmasaydı, Hz. Ebubekir r.a. ile Ebu Cehil'in makamı bir olacaktı. Oysa bunların biri elmas, diğeri kömür gibidir. Ayrıca, şu imtihan dünyasının kurulmasının da bir manası kalmayacaktı.
Nefs ve şeytan faydalı birer alet mesabesindedir. Tıpkı ateş veya bıçak gibi... Ateşi evimizi ısıtmakta, yemeğimizi pişirmekte, etrafımızı aydınlatmakta ve daha birçok faydalı işlerde kullanırız. Ama dikkat edilmezse ateş insanın evini yakar. Bıçak elini doğrayabilir. Fakat kimse ateş evimi yakar, bıçak elimi doğrar diye bunları kullanmaktan vazgeçmez.
Aynen bunun gibi, nefsin sayısız faydaları, yanlış kullanıldığı takdirde de büyük zararları vardır. Mesela nefs yaratılmasaydı insan ve hayvanlarda yeme, içme, evlenme, üreme arzusu olmayacaktı. Yaşamak ve hayatta kalmak için barınma, ısınma, tehlikelere karşı korunma, düşmanla savaşma, ihtiyaçları giderme, icat ve keşiflerde bulunma gibi yetenekler de bulunmayacaktı. Kısacası hayat olmayacaktı.
Daha da önemlisi, nefs ve şeytanla mücahede kalmadığı için, mümin ahirete yönelik amellerden mahrum kalacaktı. Büyük cihat sevabı kazanamayacak, mertebesi yükselmeyip sabit kalacak, cennet ve Cemâlullah'tan yoksun olacaktı.
Menkıbe
Bir Allah dostu şöyle sohbet etmiş:
- Eski devirlerde bir adam varmış. Yetmiş sene durma­dan ibadet etmiş. Oruç tutmuş. Cumartesiden cumartesiye iftar edermiş. Bir gün yüce Allah'tan bir dilekte bulunmuş. Fakat kabul edilmemiş. Bunun üzerine nefsine demiş ki:
- Senin uğursuzluğun yüzünden dileğin kabul edilme­di. Eğer sende hayır olsaydı mutlaka isteğin olurdu!
Adamın nefsi hakkındaki bu samimi sözleri üzerine yüce Allah insan suretinde bir melek göndermiş. Melek de şöyle demiş:
- Ey Âdemoğlu! Samimi olarak şu bir anlık nefsini kö­tülemen, yetmiş yıllık ibadetinden daha hayırlıdır.[7]
Ebû Süleyman ed-Dârânî (r.ah) şöyle derdi: ‘’Nefse ait arzulardan birini terk etmek, kalbin ıslahı için bir yılı oruç ve ibadetle geçirmekten daha faydalıdır.”[8]
Nefsin Mertebeleri
Emr Âlemi’nden rabbanî bir lâtife olan insanî nefs, sıfatlarına göre farklı isimler alır. Hayvanî nefsin tesirinden uzaklaştıkça sıfatı değişir, mertebesi de yükselir. Nihayet tamamen billurlaşıp Rabbi'ne vasıl olur. İnsan, aşağıda ismi geçen mertebelerden sadece birinde olabilir. Üst mertebelere yükselebildiği gibi, geri de düşebilir.
Nefs-i Emmâre: Kötü his ve huyları, çirkin vasıfları barındırır. Şehvet düşkünü hayvanî nefsin hükmü altında olmakla, hayvanların yoluna girmiştir. Kötü işleri güzel görür. Hesap ve ahiret derdi yoktur. Sadece keyfini düşünür.
Bu nefsin eserinden kibir benlik, hırs, şehvet, kıskançlık, cimrilik, kin, intikam, hiddet gibi huylar çıkar. Allah'ın düşmanıdır. Hadis-i kudsi de: “Nefsine düşmanlık et, çünkü o benim düşmanımdır.” buyrulmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Yusuf (a.s.)'ın diliyle: “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça kötülüğü emreder“[9] buyrulmaktadır.
Bu nefsin bütün huyları bir kişide toplanırsa, o kişi şeytanların mertebesine düşer. Nefs-i emmarenin sahibi, ya fasık, ya münafık ya da kâfirdir. İtikadı düzeltmek, samimi tövbe ve terbiye ile tedavi olur. Tezkiye edilmezse, cehennem ateşiyle temizlenmesi kaçınılmazdır.
Menkıbe
Hz. Şuayb (a.s.)'a soru soran bir kişi:
- Ben her türlü günahı işliyorum, Allah beni cezalandırmıyor, demişti.
Allah Teâlâ’da Şuayb (a.s.)'a şöyle buyurmuştu:
- Ey peygamber! O kimse günah işleyip duruyor. Günahlarından ötürü kederlenmiyor, vicdan azabı duymuyor. Günah günahı artırırken pişman olup tövbe etmiyor. Bu, benim ondan uzaklığımın, onu muaheze ettiğimin, cezalandırdığımın alameti değil midir?[10]
Nefs-i Levvâme: Kendini kınayan, kötüleyen, azarlayan nefstir.
Nitekim Allah Teâlâ: “Nefs-i Levvâme'ye (kendini kınayan nefse) yemin olsun ki”[11] buyurmuştur.
Bu nefs sahibi, günah işlediğinde pişman olup tövbe eder, kendisini kınar, yapmamak için karar verir. Fakat günah önüne gelince duramaz, yine içine düşer. Sonra pişman olur. İyilik ve kötülük arasında gider gelir.
Kendini beğenme, çekişme, gizli riya, makam ve şehvet tutkusu gibi nefs-i emmârenin bazı vasıfları bu mertebede de bulunur. Fakat nefs hakkı hak; batılı batıl görür. Yine bilir ki, bu sıfatlarla huzurdan uzaktır. Fakat onlardan kurtulamıyor. Bu mertebede nefs ve şeytan birleşip vesveseyle kalbe saldırırlar. Tedavisi rabıta ve zikirdir.
Nefs-i Mülhime: Allah Teâlâ nefsin isyan ve itaatini vasıtasız ilham ettiği için bu makamda nefsin adı mülhime olmuştur.
Nitekim Kur'an'da : “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.”[12] buyrulmuştur.
Nefs, tevbe, zikir, rabıta ve mücahedeyle günahların ağırlığından ve şehvet bağından kurtulunca, ilham ve feyiz almaya kabiliyet kazanır. Devamlı olarak kalbine ilhamlar gelir. Bu mertebede hayvanî nefs tamamen ıslah olur. Haramdan kaçar, hayırlara koşar.
Ruhunda ilâhi aşk ateşi parlamaya başlar. İlim, tevazu, yumuşaklık, kanaat, mertlik, sabır, belaya tahammül gibi, güzel hasletler belirir. Visal rüzgârları esmeye başlar. Fakat şeytan ona açık ve bariz bir şekilde saldırmaya başlar. Kendini ve amellerini beğendirir, insanları küçük ve değersiz gösterir, ümitsizliğe düşürür, Allah'ın azabına karşı ona emniyet hissi verir. Bu makamda mürşidin himmeti olmazsa tehlikeye düşebilir. [13]
Diğerleri ise; nefs-i mutmainne, nefs-i râdiye, nefs-i merdiyye, nefs-i sâfiye mertebeleridir ki bunlar ehlullahtaki ve peygamberlerdeki mertebelerdir.
Menkıbe
Mecnun bir keresinde Leyla'nın aşkı ile iyice kararsız kalmıştı. Leyla'ya gitmek için bir deve satın aldı ve yola çıktı. Uyumayı ve dinlenmeyi terk etti, epeyce yol aldı. Leyla'nın bulunduğu şehre yaklaştığı zaman,
"Artık sevgilimin şehrine yaklaştım" dedi; kalbi rahatladı, biraz gevşedi. Bu sırada kendisini uyku bastı, uyudu. Devenin geride "Kuşek" adında bir yavrusu vardı. Ondan zorla ayrılmıştı. Aklı fikri hep ondaydı.
Mecnun'un uyuduğunu fark edince, hemen yönünü çevirdi ve süratle yavrusuna doğru yol aldı, Kuşek'ın yanına vardı. Mecnun uyandı ki gittiği yol geri gelmiş.
Tekrar yola çıktı, Leyla'ya tam, kavuşacakken yine biraz dalıverdi. Deve yavrusunun derdindeydi. Hemen yönünü çevirip yavrusuna koştu. Mecnun Kuşek yüzünden bir türlü Leyla'sına kavuşamıyordu. Böylece üç ay yollarda kaldı da bu deve başıma bela oldu diye en sonunda deveyi terk etti, Kuşek ile baş başa bıraktı. Leyla'sına tek başına gitti.
Hak yolunda nefis deve yerindedir. Kul onunla Hakk'a yol alacaktır. Ancak onun gerideki arzu ve beklentileri yok edilmezse, gözü hep arkada kalır, ilk fırsatta soluğu orada alır. Tam tövbe edilmeyen günahlar, nefsin kuşekidir.[14]
İnsanın nefsi ilâhi tecellilere mazhar olabilecek yüksek ve kâmil sıfatlar üzere yaratılmıştır. Azamet-i ilâhiyeyi bilecek kuvvet ve kudrettedir. Hakikati nurdur. Ama sonradan edinilen (ârızî) bazı vasıflarla bizim bulunduğumuz hale dönüşmüştür.
Bunu şu hale benzetebiliriz: İnsan doğduğunda sıhhatli yaratılır. Bir müddet sonra ârızî olarak bazı tesirlerle hastalıklar meydana gelir. O hastalıklar tabiplerin tedavisi ile giderilmeye çalışılır. Yani hastalık o zatın aslî sıfatı değildir.
Bu misalle nefsimize bakarsak, nefsin zatı Allah'ın azametini idrak edecek kabiliyettedir. Yaradılışında eksiklik yoktur. Nefs-i mutmainne, nefs-i râdiye, nefs-i merdiyye, nefs-i sâfiye gibi ehlullahın en yüksek mertebelerine hâvi olan nefsler, Allah'ın azametini idrak etmiştir. Ama emmâre, levvâme, mülhime gibi bizim sıfatlarımız ârızî vasıflardır. Eğer bizler seyr u sülûk ile ârızî vasıflarımızı tamamlar, hastalıklarımızı tedavi ile aslî suretlerine çevirebilirsek, tasavvufî hayatı yaşamış oluruz. Böylece yüksek sıfatlar kazanabiliriz.
Allah Teâlâ Kur'an-ı Hâkim’de “Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.”[15] buyurmaktadır. Bu yüzden insan Allah'ın emir ve yasaklarına uyduğu kadar âlî, Allah'ı unuttuğu kadar asi olur.
Hâtem-i Esam (r.ah) şöyle der: “Nefsimin istekleri ayak bağım, ilmim silahım, günahım hüsranım, şeytan ise düşmanımdır. Bu sebeple nefsimin arzularına aykırı davranır, ona tâbi olmam.’’[16]
Nefsi tezkiye edip ârızî vasıflardan kurtarmak, ilâhi tecelli ile olur. İlâhi tecelli Allah'a mahsus olduğundan, onu celbedip kazanan Allah'ın rızasına ulaşır. İlimler, ilâhi tecelliye mazhar olacak ârızî vasıflardan kurtulmanın usul ve metotlarını tebliğ içindir. Allah'a nihayetsiz hamd ü senalar olsun ki, nefsimizin ârızî sıfatlarını arındırarak asliyetine dönme hususunda, “rahmeten lil âlemin” sırrıyla bize Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)'i “sadık haberci” olarak göndermiştir.[17]
Menkıbe
Mevlânâ Câmî (k.s) bir gün bir kimseye,
"Ne iş yapıyorsun?" diye sordu. O da,
"Hamdolsun huzurluyum. Sıhhat ve afiyette bulunduğum halde dünyayı terk ederek bir köşeye çekildim. Cenâb-ı Hakk'ın zikri ile meşgul oluyorum" dedi.
Mevlânâ Câmî (k.s) buna cevap olarak,
"Huzur ve afiyet bu değildir. Huzur ve afiyet, insanın nefsinin emmârelikten kurtulup, itminana kavuşmasıdır. Nefsi itminana kavuştur da ister sakin bir köşede otur, isterse insanların arasında"[18] buyurdu.
Nefisin tezkiyesi; onu küfür, cehalet, kötü hisler, yanlış itikatlar, fena ahlâklardan temizlemektir. Kısacası İslâmiyet’e aykırı her türlü itikadı, ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arındırmaktır. Onu bu kötülüklerden temizleyip koruduktan sonra da iman, ilim, irfan, hikmet, hayırlı duygular, güzel huylar gibi takva hasletleriyle terbiye ve tezyin etmektir.
Tasavvufta tezkiye, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak ve bu suretle ruhun hükümranlığına imkân sağlamaktır.
Nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddi bir gayretle seyrü sülûke girmek, ehemmiyetine ve zorluğuna binaen "cihad-ı ekber" kabul edilmiştir. Nitekim bu tabiri Hz Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) pek zorlu geçen Tebük Gazvesi'nden dönüşlerinde bizzat ifade ederek ashabına,
"Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" buyurmuşlardır.
Hâlbuki dönmekte oldukları sefer, pek büyük bir gazveydi. Zira seferin başından sonuna kadar münafıkların fitneleri ve şeytanın vesveseleri eksik olmamıştı. O yıl şiddetli bir sıcaklık ve kuraklık hüküm sürmüştü. Kat edilen yol, oldukça uzundu ve yaya yürümeye müsait değildi. Meyvelerin toplanacağı hasat mevsimi de gelip çatmıştı. Kendilerini kalabalık bir düşman ordusunun beklemekte olduğu haberi ise, bu gazveyi daha da zorlu bir sefer kılmaktaydı. 30.000 kişiyi aşan sahabe ordusu, 1000 km. gitmiş ve geri dönmüştü. Medine'ye yaklaşırken âdeta şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hal böyleyken Resûlullah'ın (sallallâhü aleyhi ve sellem) söylediği bu sözün hikmetini merak eden bazı sahabiler, hayretler içinde,
"Yâ Resûlallah! Halimiz meydanda, bundan daha büyük cihad olur mu?" dediklerinde Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
"Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktasınız" buyurdu. Ashap,
"Ey Allah'ın Resülü, büyük cihad nedir?" diye sorunca, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz:
"Büyük cihad, Allah'a güzel kulluk için nefsinizle vereceğiniz mücadeledir"[19] buyurdu.
İnsanın ömründeki muharebeler sayılıdır. Bir insan ömründe belki bir, bilemedin iki muharebe görür. Ama her göz açıp kapayışta, her nefes alışverişte nefsle bir muharebe söz konusudur. Ya seni Allah’a iman dairesinde amel-i salihe götürür, ya da fıtratındaki heva ile şehvet ve gazapla, Allah’ın yolundan uzaklaşmaya götürür. Bu ise insan için en büyük hüsrandır.
Kalbini nefsininin esaretinden kurtarıp güzel ahlâk ile süsleyenlere kâmil insan denir. Bu hal, gerçek hürriyettir. İçi ve dışıyla Hakk'a teslim olan kimse, Allah Teâlâ'dan başka her şeyin köleliğinden kurtulur, hür olur, kalbi Allah ile huzur, ilâhî aşk ile hayat bulur. Hakk'a itiraz eden kimse ise idareyi nefsinin eline vermiş olur. Bundan sonra o kimse kendisini hür irade ve hürriyet sahibi görse de, aslında bütün yaptıkları bir çeşit köleliktir. Çünkü bu kimse, devamlı hislerine mağlup, şehvetine esir, nefsine köle, midesine hizmetçi, maddeye bekçi, insanların aferin ve alkışına bağımlı bir halde hayat sürmektedir. Böyle bir hayat şeref ve hürriyet değil, tam manası ile zillet ve köleliktir. Asıl hürriyet, yüce Allah'tan başka hiçbir varlığa kulluk yapmamaktır. İşte Allah dostlarının bütün çabaları bu hürriyet halini ele geçirmek içindir.
Ebu’l Hasan Ali b. Vefâ (k.s) der ki: ‘’Kâmil insan, nefsini çiğneyip hazmeden kişidir ki, Rabbi onu kulların diliyle över, yüceltir.’’[20]
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) bu konuya şöyle dikkat çeker: "Dikkat edin! Bedende bir et parçası vardır ki o iyi ve sağlam olursa bütün beden sağlam olur. O bozuk olursa bütün beden bozuk olur. Bilesiniz ki o, kalptir." [21]
Bu kalbi gafletten uyandırmak, kötü sıfatlardan arındırmak, nefsin esaretinden kurtarmak ve Hak Teâlâ'nın zikri ile huzur bulduğu bir hale getirmek dünyanın en mühim, en zor ve en gerekli işidir. Bu işe büyük cihad denir. Onun büyüklüğü alanı, zamanı ve düşmanından kaynaklanır. Bu cihad, insanın içini ve dışını yani bütün hayatını içine alır. Bu cihad, buluğ çağından başlar, son nefese kadar bir ömür boyu devam eder. Hedefteki düşman devamlı kötülüğü emreden nefisle şeytandır.
Nefis devamlı içimizde, şeytan ise peşimizdedir. İkisi de gizlidir ve sinsidir. Onların nereden geleceği görülmez, nasıl saldıracağı bilinmez, ne ile aldatacağı fark edilmez. Bu iki düşman, insanı günahlarla avladığı gibi ibadetlerle de mağrur eder. Cahili cehaletle maskara yaptıkları gibi âlimi de ilmiyle azdırır. Yüce Allah'ın korudukları hariç, hiç kimse onlardan selâmette kalamaz. Bu iki düşman dünyanın en büyük, en azılı, en tehlikeli düşmanıdır. Çünkü onların esiri olan insanlığını kaybeder. Onların darbesiyle can veren, imanından olur. Hâlbuki bir kâfir veya münafığın saldırısında can veren mümin şehid olur, en büyük dereceleri elde eder.
Menkıbe
Ahmed Havarî’nin (k.s) şöyle dediği nakledilir:
Uzun müddet nefsimin istek ve arzularını yapmamıştım. Bir gün bir cemaat gazaya gidiyorlardı. Gaza için bende de muazzam bir arzu hâsıl oldu. Nefs, gazanın sevabına dair olan hadisleri önüme serdi. Taaccüp edip, kendi kendime
— Nefs, seve seve taatta bulunmaz, galiba bu bir oyundur, dedim ve,
“Galiba nefsin oyun oynamak istediği oyun şudur: Aralıksız olarak oruç tutmakta olduğumdan açlıktan takati kesildi. O yüzden orucu açmam için sefere çıkmak istiyor”, diye düşündüm. Nefse,
— Seferde orucumu açmam, dedim. Nefs,
— Peki, kabul, dedi. Bunun üzerine, “Galiba ben onu gece namazıyla mükellef tuttuğum için sefere çıkmak suretiyle dinlenmek ve rahata kavuşmak istiyor”, diye düşündüm ve,
— Seni sabaha kadar uyutmam, dedim.
— Bu da caiz, deyince, taaccüp edip düşüncelere daldım ve “Galiba yalnızlıktan bıktığından halkla ihtilâtı istediği için nefis böyle söylemektedir”, diye yorumladım ve,
— Konakladığımız her yerde seni bir kenara çekip halkla oturmayacağım, dedim. Nefs,
— Buna da peki, dedi. Artık âciz kalmıştım. Bunun üzerine boynumu büküp Hak Teâlâ’ya yöneldim ve,
— Yâ Rab! Beni nefsin oyununa vâkıf kıl ve ondan koru, sana sığındım, deyince, Allah’ın dile getirdiği nefs dedi ki:
— Arzularıma aykırı davranarak, beni bir günde yüz defa kahrediyordun, bundan hiç kimsenin haberi de yoktu, hiç değilse burada gaza yaparak bir kere öldürülürüm ve kurtulurum. Bütün cihan halkı da, Bravo Ahmed b. Hadraveyh’e (ve nefsine!) ki onu öldürdüler, o da bu suretle şehitlik derecesine erdi, derler. Bunun üzerine,
— Tesbih ve takdis ederim O Allah’ı ki, öyle bir nefis yaratmıştır ki, hayatında münafık, ölümünden sonra da münafık! Ne bu âlemde, ne de o âlemde İslâm dairesine girmek istiyor! Ben taatta bulunmayı talep ediyor sanmıştım. Zünnar bağlamakta olduğunun farkına varmamıştım, dedim ve ona daha çok muhalefet ettim. [22]
Nefis tezkiyesi, her mümin için son derece önemli ve büyük mesuliyeti gerektirmektedir. Bu mesuliyeti HakTeâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, "Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır."[23] şeklinde ifade buyurmaktadır. Yani nefsini terbiye eden, selâmetle yolunu kat etmiş, bunun aksine onu azgınlık ve vahşiliğiyle baş başa bırakan da ebedî bir hüsran ve ziyana duçar olmuştur. [24]
Ebü Bekir Tehisnânî (r.ah) şöyle der: “Seninle Rabb’in arasındaki en büyük perde, nefsinin arzularına uymandır.” [25]
Muhammed b. Ali b. Hubeyş anlatıyor: Ebu'l-Abbas'a; "Allah'ın en sevmediği şey nedir?’’ diye sorulunca şu cevabı verdi: "Nefsi yüceltmek ve her şeyi kendinden bilmektir. Daha da be­teri, onu tek hedef haline getirmektir" [26]
Bedîüzzaman Said Nursi (k.s) ise şöyle der: “Nefsine güvenen ve nefsine itimat eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören ise bahtiyardır.’’ [27]
Menkıbe
Seyyid Hasan Şazelî (k.s) hazretleri bir arkadaşı ile bir mağaraya girdi. Gayeleri nefslerini ıslah etmekti. Ancak mağarada halvette ibadetle meşgul iken birbirlerine şöyle diyorlardı:
“Muradımıza nasıl erer, nasıl keşif ve keramet sahibi oluruz? Ulu makam ve mertebelere nasıl ulaşırız?”
Onlar böyle konuşurken mağaranın kapısında bir ihtiyar peyda oldu. Selam verdi, aldılar. Ona kim olduğunu sordular. Şöyle cevap verdi:
– Ben Allah’ın kullarından biriyim, ismim Abdülmelik.
– Hayırdır, niye geldin?
– Size hayret ettim, ondan geldim.
– Bizim şaşılacak ne halimiz var? Mağaraya nefsimizi, benliğimizi yok etmeye geldik.
– Hayır, siz mağaraya nefsinizi azdırmaya girdiniz. Ne gün evliya oluruz, ne gün gökte uçar, denizde yürürüz... Bunları konuşuyorsunuz. Mağarada olanın gayesi bu olmamalı. Ne zaman Allah’ın rızasını buluruz, Allah düşmanı nefsimizi ne zaman ıslah ederiz, kötü ahlâktan nasıl kurtulur, güzel ahlâkı nasıl kazanırız? Amacınız işte bu olmalı. Fakat sizin gayeniz bunlar değil.
Bu sözler üzerine tevbe istiğfar ettiler. İşte, halis niyet ile o zat, bir tasavvuf büyüğü olan Hasan Şazelî (k.s) hazretleri oldu.
Kişi abid olsa, mağaraya girse, mağara nefsini yok etmiyorsa, çirkin sıfatlardan kurtarmıyorsa ibadetinin faydası yoktur. Gayesine ulaşamaz. Demek ki âlim, ilmi arttıkça kendi varlığını yok edecek. Abid, ibadeti çoğaldıkça hiçliğe, yokluğa; tevazu, vakar, merhamet ve doğruluğa erecek. Kibri ve kendini beğenmeyi terk edecek. Herkesin derecesine göre ilmi ve ibadeti vardır. Dolayısıyla herkes kendini kontrol etmelidir.[28]
Dr. Ahmet Çağıl anlatıyor: Gavs-ı Bilvâni­sî (k.s) hazretlerine biz bir konu danıştık:
- Kurban, filanca konu hakkında dua buyurun. Allah size imkân vermiş, irşad nasip etmiş, dedik.
- Biz hiçbir şey değiliz, dedi. Bizim boynumuza bir ek­mek takmışlar. İnsanlar da bu ekmeğe hücum ediyorlar. Millet de zannediyor ki bu kapıya bizim için geliyorlar! Biz hiçbir şey değiliz!
İşte bu büyükler hep kendilerini (nefislerini) bir hiç gör­müşler. Bir mürşid böyle olursa, onun müridi nasıl nefsini ispata kalkışabilir?
Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdülhakim Hüseynî (k.s) hazretle­ri bir defasında, Kâbe’ye giden biri ile görüştü. Resûlulah Efendimiz'e (sallallâhü aleyhi ve sellem) bir isteğini iletirken şöyle demişti:
"...İnsanların en âdisinden, en hakirinden, en kötü­sünden, en günahkârından; onun günahları yerle göğün arasını doldurmuş, melekler onun günahını yazmaktan âciz kalmışlar..."
Küçükler kendini büyük görüyor, büyükler de kendini küçük görüyor; işte ölçü bu.
Büyüklerden Sü­leyman Dârânî (k.s) hazretleri şöyle buyurmuştur: ‘’Ben nefsimi öyle bir yere indirdim ki bütün âlem uğraşsa benim indirdiğimden daha aşağı yere indiremez.’’ [29]
Sâdât-ı kiramın büyüklerinden Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (k.s) der ki: “Sûfî tavus kuşu gibi olmalıdır. Tavus kuşu ayaklarının siyahlığına bakar. Vücudunun ne kadar güzel olduğuna değil. Sûfî de kendi iyi haline bakmamalı, amellerine güvenmemeli. İyiliği görmek ve amellere güvenmek kibir ve gururlanmaya sebep olur. Yaratılmışlar arasındaki bütün manevi olgunluk, Allah Teâlâ’nın kemalâtının bir yansımasıdır. İnsanın bunun kendinden kaynaklandığını düşünmesi büyük bir kusur olur.”[30]
Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî (k.s) anlatıyor: Büyüklerden birinden, “Senin en inatçı düşmanın, iki yanın arasında bulunan nefsindir” [31] anlamındaki hadisi açıklamasını istedim. Şöyle cevap verdi:
“Bunun manası şudur: Herhangi bir düşmanın hediye, ikram ve iltifatla dostluğunu kazanmak mümkündür. Fakat nefis öyle bir düşmandır ki okşadıkça kabarır, şımarır, hürmet gördükçe serkeşliği artar, daha fazla azgınlığa düşer.”[32]
Şahsiyet kazanmada erişilmesi gereken hedef, şehvet, öfke ve akıl gibi nefse ait kuvvetlerin, sınırlarını aşmadan adalet ölçülerinde tutulmasıdır.
Şu da unutulmamalıdır ki, nefsin tezkiyesi kişinin kendi başına kolay kolay üstesinden gelemeyeceği kadar zordur. Rabbani âlimlerin ve Allah dostlarının manevi yardımlarına ihtiyaç vardır. Her eğitimin bir mektebi olduğu gibi, nefs tezkiyesinin mektebi de onların kapısıdır.[33]
Muhammed b. Hanî (k.s) hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Ey kardeşim! Bir kâmil rehberin terbiyesine gir ve doğru yola koyul. Ona hizmet et. Amellerine dikkat et. O seni nefsinin işlerinden Allah Rasulü'nün ve sahabelerinin ahlâk ve ameline çevirmek istiyor. Bu uzun bir yolculuktur; sen bunu kısa sanma. İnsanın nefsi terbiye olmadıkça, Allah Rasulü'nün ve sahabelerinin ahlakıyla boyanamaz. Ve yine nefis, dünya işlerini mazeret göstererek seni menzil-i maksuda ulaştırmaz. İlmin ne kadar olursa olsun, sana bir gurur verir. Nefsin, hile ve tuzaklarıyla seni bekler. Nice büyük ulema ilmiyle mağrur olmuş, bu gizli tehlikeyi göremeyerek zarara uğramışlardır.” [34]
Kemal ve olgunluk, ancak nefsini bilmek, nefsin kötü ahlâkını görmek, güzel ahlâkı kendine huy edinmekle olur. İnsan olmaktan maksat Hakk'ın marifetini hâsıl etmektir. Bu kâinat marifet için yaratılmıştır.
Biz kendi aklımız ve tedbirimizle nefsimizdeki bu noksanlıkları, kusurları v.s hastalıkları gideremeyiz. İsteriz fakat beceremeyiz. Bizim de kalbimizi gaflet uykusundan uyandıracak ve nefsimizi hayırlara karşı coşturacak bir saadetli ele ve o elin çekeceği rahmete ihtiyacımız var.
Allah Rasulü (sallallâhü aleyhi ve sellem), nurlu halkasında bulunduğu halde nefsine karşı zayıf düşenleri bu şekilde ilâhî nur, manevî nazar, samimi dua ve sevgiyle destekleyip, kalplerini ihya, hallerini ıslah ediyordu. Dünya sevgisine ve nefsinin keyfine mağlup olmuş biz de, o nuru taşıyan bir gönülden nur çekip boş korkularımızı dindirmeliyiz.[35]
Mürşid eli tutan nefs, Allah’ın izni ile emmareden levvameye girer. Levvamede bulunan kişi, günah işlediği zaman kendini ayıplar. Mülhime mertebesinde ise günahlardan kesilme başlar.
İbn Acîbe el-Hasenî (k.s) hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur:
‘’Hz. Peygamber’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) usul ve yolu üzere terbiye veren kâmil mürşidlerin hali, insanlara aynı derecede yönelmek ve onların tabiatında değişim gerçekleştirmektir. Onlar, (Allah’ın izniyle) günahkâr kimseyi itaatkâr, kâfiri mümin, gafili zakir, cimriyi cömert, kirliyi temiz, kötüyü iyi, cahili ârif yaparlar. Bu şekilde insanların kimyasını (mizacını) ve halini değiştirirler; çünkü onların yanında bunun iksiri vardır. Bu iksir, varlığın kimyasını ve tabiatını değiştirme özelliğine sahip olan ebedî aşktır.’’ [36]
Bu temizlik rahmet ve nur ile olmaktadır. Bir arifin irşad dairesine giren kimse, bu nurdan ve rahmetten bolca nasiplenir ve edeblenir.
Menkıbe
Atına binmiş gitmekte olan bir bey, yol kenarında uyumakta olan bir adamın ağzına bir yılanın girdiğini gördü. Yetişip müdahale etmek istediyse de başaramadı. Yılan uyuyan adamın ağzından içeri kaçtı.
Aklıselim ve tedbir sahibi olan bey, adama topuzla birkaç defa vurdu, yakındaki elma ağaçlarının altına kadar kovaladı. Ağaçların altında çürük elmalar vardı. Bey çürük elmaları yemesi için adama baskı yaptı. Zorla çürük elmaları yiyen adam bir yandan da,
“Yahu, ben sana ne yaptım? Bu zulmün sebebi ne? Canıma kastın varsa vur öldür, ama işkence yapma!” diye feryat ediyordu. Bey, “Bunları yedikten sonra koşmaya başlayacaksın!” dedi.
Bu perişanlığın üzerine bir de karnı tıka basa çürük elmayla dolan adam, yakıcı güneşin altında beye lânetler yağdırarak koşuyordu. Sonunda midesi bulandı, kusmaya başladı.
Çıkardıkları arasında siyah yılanı görünce, beyin kendisine niçin böyle davrandığını anladı. Yaptığı beddualardan pişman oldu, beyden özür diledi. “Niçin yaptığınızı söyleseydiniz size hakaret etmezdim.” dedi. Bey, “Midene yılan girdiğini söyleseydim ne çürük elma yemeye ne koşmaya ne de kusmaya gücün kalırdı. Korkudan ölebilirdin.” dedi. Yılandan kurtulan adam, beye dualar ederek yanından ayrıldı.
Hikâyede zikri geçen uyuyan insan, gafil insandır. Ağzına giren karayılan, nefs-i emmâredir. Bey ise, mürşid-i kâmildir. Onu uykuda iken kamçılayarak döve döve uyandırıp kırda bayırda koşturması, riyâzet ve mücahededir. Yılanın çıkışı da, nefs-i emmâreden kurtuluştur.
İnsanın içine çöreklenmiş olan nefis yılanından kurtulmak, Allah dostlarının terbiyesiyle mümkündür. Bu terbiye sırasında bazı sıkıntılara ve zorluklara katlanılır. Nefsin hakikatini bilen evliyaullah, Allah’ı talep eden kişiye yardımcı olur. Nefsin gerçek yüzünü göstermeden, geçici bazı sıkıntılarla nefis yılanından kurtarmaya vesile olur.” [37]
Ebû Süleyman Davudî İskenderî (k.s) hazretleri ise: ‘’Bir Allah dostunun peşinden, isterse, bir adım olsun gitmen; Kendi boş arzunla, nefsine göre, yüz bin fersah yürümenden daha hayırlıdır. Allah dostu bir zattan tek bir kelime işitmen ve yanında bir lâhza kalman; senin için, babanın ve zâhiri öğretmenin yirmi yıl terbiye öğretmesinden daha yararlıdır. Çünkü Allah dostu senin ruhunu, öbürleri dış yapını terbiye eder’’[38] buyurmuştur.
Kısacası her işin ve yolun kolay bir tarafı vardır. Kalbi tasfiye ve nefsi terbiye etme noktasında en kolay ve en güzel yol Allah dostlarına tabi ve tesim olup onların gösterdiği yol ve hal üzere gitmektir.
Mevlana (k.s) hazretlerinin buyurduğu gibi:
‘’Peygamberler ve onların vârisleri, yani kâmil mürşitler, insanlık peçesi ile örtülmüş bir güneştir. Onların himayesine sığın ki seninle bin pazarlık yaparak sana düşmanlık eden nefsinin elinden kurtulasın! Senin bu hareketin, senin için bütün ibadet ve taatlerden daha faziletlidir. Bunu yapmakla ileri gitmiş olanları çoktan geçersin.‘’[39]
Allah Teâlâ bizleri sadat’ın himmet ve bereketiyle Allah Teâlâ’nın dostlarına hakiki manada tabi ve teslim olup, nefsini ve Rabbini bilen kullarından eylesin inşallah. Âmin.
[1] Casiye/23
[2] Naziat, 40-41
[3] Semerkand Dergisi, Nefs ve Ahiret Hesabı, Mehmet Ildırar, Eylül 2006
[4] Ebu Nuaym el-İsfehani- Hilyetü’l-Evliya
[5] Müslim
[6] Semerkand Dergisi, Nefsimiz ve Biz, Mehmet Ildırar, Eylül 2005
[7] Yar İle Şimdi, Dr. Ahmet Çağıl
[8] Ebû Talib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulub
[9] Yusuf, 53
[10] Semerkand Dergisi, Nefsimiz ve Biz, Mehmet Ildırar, Eylül 2005
[11] Kıyame, 2
[12] Şems, 7-9
[13] Semerkand Dergisi, Ebediyet Yolculuğunda Nefs, Ahmet Safa, Aralık 2003
[14] Kalbin Hastalıkları, Siraceddin Önlüer
[15] Tin, 4
[16] Gazâlî, Mükâşefetü’l-Kulûb, s. 26.
[17] Semerkand Dergisi, Nefsin sıfatları ve Tevbe, Mehmet Ildırar, Ağustos 2005
[18] Mevlânâ Safî, Reşehât, s. 120.
[19] Hatîb, Târfhu Bağdat, 13/523-24; Beyhakî, ez-Zühdü'l-Kebîr, nr. 373; Ali el-Müttakî, Kenzü'l-Ummâl, nr. 11260; Süyûtî, el-Câmiu's-Sagîr,
[20] Allah Dostlarından Yaşayan Sözler, Muzaffer Taşyürek, s.179
[21] Buhârî, İmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107; Ibn Mâce, Fiten, 14; Dârimî, Büyü, 1.
[22] Feridüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliya, 374-375.
[23] Şems 91/9-10
[24] Kalbin Hastalıkları, Siraceddin Önlüer, 3. Cilt
[25] Şa’rânî, el- EnVârü’l-Kudsiyye, s. 87.
[26] Ebu Nuaym el-İsfehani- Hilyetü’l-Evliya,
[27] Bedîüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 316, 26. Mektup.
[28] Semerkand Dergisi, Gaye Nefsi Islah Olmalı, Mehmet Ildırar, Ağustos 2010
[29] Yar İle Şimdi, Dr. Ahmet Çağıl
[30] Altın Silsile, s. 368.
[31] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1/168 (nr. 412).
[32] Sa’dî-i Şîrâzî, Gülistan, s. 180.
[33] Semerkand Dergisi, Nefs ve Nefsin Terbiyesi, S. Mübarek Erol, Aralık 2003
[34] Nefis Terbiyesi ve İlâhi Huzur, Mehmet Ildırar,
[35] Allah Yolunda Yardım ve Cömertlik, Dilaver Selvi
[36] Bahrü’l-Medid fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecîd, İbn Acîbe el-Hasenî, s.2/317
[37] Mesnevî’de Geçen Hikâyeler, s 93-94.
[38] Yar ile Şimdi, Dr. Ahmet Çağıl
[39] Tahirül Mevlevî, Şerhi Mesnevî, V, 1390 (B. No: 2963-2967)
Facebookta Paylaş

Paylaş