O Okuma Vakti
Download http://bigtheme.net/joomla Free Templates Joomla! 3

Sohbet

GÜNÜN SOHBETİ
"UHUD HARBİ ve RESULULLAH (S.A.V) SEVGİSİ"
Uhud savaşı üç safha halinde gerçekleşmiştir:
1- İlk safhada müslümanlar üstün geldiler, müşrikleri bozguna uğrattılar.
2- İkinci safhada, kaçan müşrikleri kovalamayı bırakıp, kesin sonuç almadan ganimet toplamaya koyulmaları ve Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in yerlerinden ayrılmamalarını emrettiği okçu birliğinin görevlerini terk etmeleri sebebi ile Müslümanların 70 şehit vermeleri.
3- Üçüncü safhada ise, dağılmış olan Müslümanlar, Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in etrafında toplanıp karşı hücuma geçerek yeniden galip duruma geldiler.
Bedir savaşında müşrikler çok sayıda kayıp vermişler; kalanların bir kısmı kaçarak, bir kısmı da esirliklerinden fidye vererek kurtularak Mekke’ye dönmeyi başarmışlardı. Fakat bu durum Mekkeli müşriklere çok ağır geliyordu. Bedir yenilgisinin öcünü almak için hemen savaş hazırlıklarına başlandı.
Müslümanların ele geçirmesinden son anda kurtulan ticaret kervanının malları satıldı. Hissedarlara yalnız sermayeleri verildi. Elli bin dinarlık kazanç ise ordu hazırlanması için ayrıldı. Mekke dışından Sakif, Kinane ve daha başka kabileler de Müslümanlara karşı savaşmak üzere ikna edildi. Çok geçmeden ordu hazır hale geldi. Orduda 3000 asker ve deve ile 200 at bulunmaktaydı.
Askerlerin yedi yüzü zırhlıydı. Ebu Süfyan kumandasındaki Kureyş ordusu, def çalan kadınları da yanlarına alarak Medine’ye doğru yola çıktı. Mekke’de bulunan Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in amcası Hz. Abbas (r.a.), bir adamıyla gizlice gönderdiği bir mektupla gelişen hadiseleri Resul-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e haber verdi.
Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem) sahabilerine müşriklerle savaş hususundaki görüşlerini sordu. Bedir Savaşı’na katılamamış heyecanlı gençler ve Hz. Hamza (r.a.) gibi kahraman kişiler açıktan savaşa girmeyi teklif ettiler. Tecrübeli ve ihtiyatlı kimseler ise, Medine’de kalıp savunma harbi yapma teklifinde bulundular. Resul-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem) de ikinci görüşü destekliyordu. Münafık başı Abdullah b. Übeyy de Medine’de kalarak müdafaa savaşı yapılmasını istiyordu.
Çoğunluğun savaşma arzusunda olduğunu gören Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem), evine giderek zırhını giydi, kılıcını ve kalkanını kuşanarak dışarı çıktı. İşte bu sırada Sa’d b. Muaz’ın (r.a) uyarmasıyla savaş isteyenlerde bir pişmanlık belirdi:
– Ya Resulallah! (sallallâhü aleyhi ve sellem) Senin istemediğin bir şey yapmakla hata ettik. Eğer istersen Medine’de kalalım, senin istediğin olsun, dediler. Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Bir peygamber zırhını giydikten sonra savaşmadan onu çıkarması uygun değildir. Dediklerimi yapmaya bakın. Sabrederseniz zafer sizinledir.” buyurdular.
Böylece yüzü zırhlı, ikisi atlı, bin kişilik İslâm ordusu cuma günü ikindiden sonra, Medine’nin kuzeyinde bir saatlik mesafedeki Uhud’a doğru yola çıktı. Abdullah b. Ümmü Mektum (r.a) Medine’de vekil bırakıldı. Abdullah b. Übeyy ise, “Ben meydan savaşı istemiyorum.” diyerek üç yüz adamıyla yoldan geri döndü. Kalan İslâm ordusu yolda geceledikten sonra, 11 Şevval 3 / 25 Ocak 625 Cumartesi sabahı, savaşın yapılacağı Uhud Dağı eteğine ulaştı.
Uhud Savaşı, Mekkeli müşriklerle Medineli müslümanlar arasındaki ikinci büyük savaştı. Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) düşmanın arkadan baskın yapmasını önlemek için, savaşın başında Abdullah b. Cübeyr (r.a) kumandasında elli okçuyu Uhud Dağı önündeki “Okçular Tepesi” denilen Ayneyn Tepesi’ne yerleştirmişti. Zafer de kazanılsa ikinci bir emre kadar kesinlikle yerlerini terk etmemelerini, arkadan saldıracak atlıları oklarla püskürtmelerini sıkı sıkıya tembih etmişti.
Savaşın ilk safhasında düşman ordusu yirmiden fazla kayıp vererek geri çekildi. Düşmanı uzaklaştıran müslümanlar, bu arada savaş meydanında bırakılan eşyaları toplamaya başladılar. Bunu gören okçuların büyük çoğunluğu kumandanlarının bütün ikazlarına rağmen yerlerini terk edip ganimet peşine düştüler. Böyle bir fırsatı kollayan düşman süvari birliği kumandanı Halid b. Velid, adamlarını toplayıp Ayneyn geçidine doğru hücuma geçti. Yerinden ayrılmayan Abdullah b. Cübeyr ve sekiz-on arkadaşı kahramanca çarpışarak şehit oldular. Halid b. Velid Ayneyn tepesinden dolanarak Müslümanları arkadan çevirdi. Meydanı terk eden Kureyş ordusu da onun seslenmesiyle geri döndü. Müslümanlar iki saldırı arasında sıkışarak panik halinde dağılırken, galibiyet ve mağlubiyet yer değiştirmişti.
Müşriklerin ileri gelenlerinden Dırar bin Hattab o günü şöyle anlatıyor:
Biz, Uhud’a çıkıp geldiğimiz zaman, “Eğer onlar kalelerinde otururlarsa, onları yenmeye yol bulamayız. Bir süre oturur, sonra dönüp geliriz. Eğer kalelerinden çıkıp yanımıza gelirlerse, onları yeneriz. Çünkü sayımız onlarınkinden çoktur. Hem biz öç almak için yanıp tutuşuyoruz. Bedir’de öldürülenleri hatırlatan kadınlar da bizimle gelmiş bulunuyorlar. Bizim yanımızda atlar var, onların atları yok. Bizim silahlarımız da onlarınkinden çok” dedim. Nihayet onlar gelip bizimle karşılaştılar. Vallahi, onlarla çarpışmaya kalkışmamızla, bozulup dağılmamız bir oldu! Kendi kendime,
- Bu Bedir’den de büyük bir yenilgi! dedim. Halid bin Velid’e ,
- Müslümanlara saldırsana! dedikçe, o bana bunun zor ve faydasız olduğunu söylüyordu. Bir ara, üzerinde okçular bulunan dağı bomboş görünce, Halid bin Velid’e:
- Ebu Süleyman! Arkanı dön de bir bakıver! dedim. Halid, atının gemini çekip arkasına doğru eğilince, atını mahmuzlayıp hücuma kalktı. Biz de onunla birlikte hücuma kalktık. Dağın üzerinde 5-10 kişi bulduk. Onları öldürdük. Sonra Müslümanların ordugâhına girdik.
Zafer yenilgiye dönüşmüş, Müslümanlar bir anda darmadağın olmuşlardı. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem), çevresinden ayrılmayanlarla birlikte dağa doğru çekiliyordu.
Uhud’da savaşın tersine döndüğü sırada, efendisinden azatlık sözü almış Habeşli bir köle olan Vahşi b. Harb, bir taşın arkasında pusu kurarak Hz. Hamza’yı (r.a) gözetliyordu. O kılıcıyla düşman kovalarken, bir ara ayağı kayıp sırtüstü düşünce, nişancı Vahşî’nin fırlattığı ve karnının altına sapladığı mızrak darbesiyle şehit oldu. Bunu takiben Ebu Süfyan’ın karısı Hind, mübarek şehidin göğsünü yardı, karaciğerini çıkarıp ağzında çiğnedi! Görülmemiş bir vahşet…
Savaşın bu dehşetli saatlerinde, Allah Rasulü’nün çevresinde 10-15 fedai bulunuyordu. Sonra bu sayı otuzu aştı. Gittikçe çoğalan müşrikler ise onları her taraftan sıkıştırıyordu. Bu arada birileri “Muhammed öldürüldü!” yaygarasını çıkardılar. Enes b. Nadr (r.a) gibi bazı kahramanlar da “Resulullah ölmüşse Allah bakidir!” diyerek, şehit olasıya savaşmayı sürdürdüler.[1]
Uhud Savaşı’nda üç safha yaşanmıştı. İlkinde Müslümanlar zafer kazanmıştı. İkincisinde mağlubiyetle karşılaştılar. Üçüncüsünde ise savaş Müslümanlar için çetin bir savunma mücadelesine dönüştü.
Savaşın ikinci safhasında Müslümanlar da üç kısma ayrılmıştı. Birinci kısmı Resul-i Ekrem’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) şehit edildiğini zannederek savaş alanını terk etmişti. İkinci kısım “Resulullah ölmüşse Allah bakidir!” diyerek kendi başına savaşa devam ediyordu. Üçüncü kısım ise Resulullah’ın çevresini sararak bütün güçleriyle onu korumaya çalışıyordu.
Uhud Savaşı’nın işte bu ikinci evresinde, Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in üzerine ok ve taşlar atılıyor, kılıçlar çalınıyordu. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in atılan bir taşla alt dudağı yarılmış ve bir dişi kırılmıştı. Bir kılıç darbesiyle mübarek yüzü yaralanmış, miğferinin halkalarından ikisi yanağına batmış ve oradaki tuzak çukurlardan birine düşmüştü.
Yanında bulunan Hz. Ali ve Hz. Talha (r.a) onu tutup çıkardılar. Ebu Übeyde Hazretleri ise yanağına saplanan iki miğfer halkasını dişleriyle çıkarmış, fakat kendisinin de iki dişi sökülmüştü.
Uhud Gazvesi'nde Resûlullah'ın (sallallâhü aleyhi ve sellem) mübarek yüzü yaralanıp dişi kırılınca, ashâb-ı kirâm çok üzüldüler. Resûlullah'a (sallallâhü aleyhi ve sellem), "Beddua et, Allah Teâlâ, cezalarını versin" dediler. Resûl-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem), "Ben lânet etmek için gönderilmedim. Hayır, dua ve mahlûkata merhamet etmek için gönderildim" buyurdu ve peşinden, "Yâ Rabbi! Bunlara hidayet et. Onlar hakkı bilmiyorlar" diye dua etti. Düşmanlarını affetti.[2]
Savaşın son evresinde Resulullah’ın (sallallâhü aleyhi ve sellem) sağ olduğunu öğrenen birçok mümin hızla onun etrafında toplanarak savunmaya geçmişlerdi. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Sa’d b. Ebî Vakkas, Zübeyr b. Avam, Talha b. Ubeydullah, Sa’d b. Muaz, Sa’d b. Ubade, Ebu Dücane ve Ebu Ubeyde (Allah onlardan razı olsun) bu halkanın içindeydi.
Uhud Savaşı’nda müşrikler yirmi üç ölü, Müslümanlar ise yetmiş şehit vermişlerdi. Harbin sonunda Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) yorgun ve yaralı vaziyette yanındakilerle Uhud Dağı’na sığınmıştı. Karşı taraftan seslenerek Hz. Ömer’le biraz atışan Ebu Süfyan, Resul-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in hayatta olduğunu öğrendi; ordusuyla ayrılıp Mekke’ye döndü.
Öğle namazından sonra Uhud şehitlerini yıkanmadan elbiseleriyle toprağa veren Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve ashabı yaralı gönülle Medine’ye döndüler. Ayneyn’de okçuların hatası, zaferi engellemişti.[3]
Uhud Harbi'nin yapıldığı gün, müslümanların içinde Kuzman ez-Zaferî isminde biri vardı. En ileri safta yiğitçe savaşıyordu. Müşriklere ilk ok yağdıran o idi. Müslümanlar bozulup dağılınca Kuzman,
"Ölmek kaçmaktan hayırlıdır. Ey Evs topluluğu! Siz de benim gibi şan ve şeref için çarpışınız." diyerek düşmanların içine daldı, müşriklerden yedi sekiz kişi öldürdü. Bu arada kendisi de yaralandı. Zafer oğullarının evine getirildi. Müslümanlardan bazıları,
"Ey Kuzman! Vallahi bu senin başına gelen Allah'ın bir imtihanıdır. Müjde sana, cennetliksin" dediler. Kuzman,
"Ne diye tebrik ve tebşir ediliyorum? Vallahi ben, kavmimi savunma gayretinden başka bir sebeple savaşmadım. Böyle olmasaydı savaşmazdım" dedi. Sonra yaralarının sancısına dayanamadı, ok çantasından bir ok alıp, kolunun damarını keserek intihar etti. Uhud Savaşı'ndan önce Kuzman'ın ismi anıldıkça, Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem),
"O, cehennemliktir" buyururdu. Savaştan sonraki hali kendisine haber verilince,
"Allahu ekber! Şahadet ederim ki ben Allah'ın Resûlüyüm. (Söylediklerim doğrudur, Allah sözümü doğru çıkarır). Şüphe yok ki Allah bu dini, günahkâr bir adamla da kuvvetlendirir" buyurdu. [4]
İslâm’ın doğuş asrında yaşanan en büyük olaylardan biri Uhud Savaşı’dır. Bu savaşta, Allah yolunda şehid olma onurunu arayan mübarek sahabilerin arasında, katılmasına izin verilen hanımlar da bulunmaktadır. İşte onlardan biri de Hz. Nesibe bint-i Kaab (r.a) dır.
Lakabı Ümmü Ümare olan Hz. Nesibe bin Kaab’ın eşi, sahabi Abdullah b. Zeyd (r.a)’dir. İki de mümin oğlu vardır: Abdullah ve Habib. Yani bütün aile sahabi. Bu öyle bir şeref ki, İslam’ın o ilk yıllarında herkese kısmet değil.
Bu kutlu aile, Uhud Savaşı’na hep birlikte katılmıştır. Hz. Ümmü Ümare, kocası ve oğulları ile birlikte savaş meydanındadır. Yanında su kabı ve sargı bezleriyle yaralıları tedavi için koşuşturmaktadır.
Bilindiği üzere Uhud Savaşı’nın bir aşamasında müminler bozgun halindedir. İşte savaşın o anlarında Hz. Ümmü Ümare (r.a) başını kaldırıp baktığında dehşetle irkilir: Kâinatın Efendisi (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in etrafında insanlardan oluşan kale yavaş yavaş yıkılmakta, gözü dönmüş müşrikler adım adım ona yaklaşmaktadır. Çünkü biliyorlardı ki, O’nu öldürmedikçe Allah’ın dininin önünü kesemeyeceklerdi. Kinle atılan her ok ona yöneliyor, savrulan mızrakların, kılıçların öfkesi onun aziz bedenini hedef alıyordu. Etrafındaki bir avuç sahabi de göğüslerini siper ederek Allah’ın bu son elçisini korumaya çalışıyordu.
İşte böyle bir anda Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem) üzerine gelmekte olan bir grup gözü dönmüşü göstererek:
- Bunlara kim karşı çıkacak? diye seslendi.
Hz. Ümmü Ümare elindeki sargı ve kırbayı atarak koştu:
- Ben Ya Resulallah!..
Böylece Allah Resulü’nün (sallallâhü aleyhi ve sellem) yanı başında savaşta yerini aldı. Kılıç sallayıp, ok atarak onu korumak için çarpıştı. Ve birkaç yerinden yara da aldı.
Uhud Savaşı’nda başka bir an. Savaş esnasında Hz. Ümmü Ümare’nin oğlu sol kolundan yaralanıyor. Onu yaralayan kâfir çevik biridir ve kaçma fırsatı bulur. Yaralının kanı bir türlü durmaz. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) hemen yaranın bağlanmasını emreder. O sırada Ümmü Ümare gelerek yarayı sarar ve “Ey Oğul kalk savaşalım!” diye seslenir. Bu sözleri duyan Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Ey Ümmü Ümare! Senin katlandığın, dayanabildiğin şeylere herkes katlanabilir mi?” der.
Hz. Ümmü Ümare (r.a)’ın gayreti, cesareti ve en önemlisi teslimiyeti bugün bile düşününce insanda hayranlık uyandırıyor. Bu cesaret ve teslimiyet sayesinde savaş meydanında bir hanıma Allah Resulü’nü (sallallâhü aleyhi ve sellem) koruma şerefi nasip olur.
Uhud Savaşı’nda Hz. Ümmü Ümare’nin eşi Hz. Abdullah bin Zeyd (r.a) şehid edilmiştir. Bir yanda kocasının acısı, diğer yanda Allah Resulü’ne (sallallâhü aleyhi ve sellem) hizmet...
İşte bu hizmet sırasında, bir ara Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) kocasını şehid edeni gördü ve hemen ona gösterdi. Hz. Ümmü Ümare (r.a) derhal o kâfirin üzerine hamle yaptı ve bir darbede yere serdi. Bu durumu gören Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) sevinçle tebessüm ettiler. Sonra da “Ey Ümmü Ümare, adamın canını yaktın. Hamd olsun Allah’a ki, seni düşmanına muzaffer kılıp gözünü aydın etti. Öcünü almayı sana gösterdi.” buyurdular.
Sonraları Medine’de Uhud Savaşı üzerine konuşulurken Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle diyeceklerdir: “Uhud günü sağıma soluma döndükçe hep Ümmü Ümare’nin yanı başımda çarpıştığını gördüm.”
Uhud Savaşı’nda Hz. Musab b Umeyr (r.a)’i şehid eden İbn Kam’a adlı müşrik, Hz. Nesibe’yi de boynundan ağır bir şekilde yaralamıştır. Bu defa oğlu Abdullah annesinin yarasını bağlamıştır. Hz. Nesibe b. Kaab’ın yaralandığını gören Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Allah bu evin ahalisine bereket versin. Annenin mertebesi bir sürü kişinin mertebesinden daha yüksektir. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.” diye duada bulunmuştur.
Bunu duyan Hz. Nesibe o kadar sevinmiştir ki, “Artık dünyada başıma gelen hiç bir şeye aldırış etmem” demiştir.
Hz. Ümmü Ümare (r.a) Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile birlikte Hudeybiye’de bulunarak Rıdvan Biatı’na da katılmıştır. Ayrıca onu Mekke’nin fethinde ve Veda Haccı’nda da görüyoruz.
Hz. Ebubekir’in (r.a) hilafeti zamanında İslâm’dan dönme olayları baş gösterince, Yemame taraflarında Müseyleme adında biri peygamberlik davasına kalkışmıştı. Bu sapıklığından vazgeçmesi için Müseyleme’ye elçi olarak Hz. Ümmü Ümare’nin oğlu Habib (r.a) gönderildi. Fakat Müseyleme alçağı, gelenin elçi olduğuna bile aldırmadan işkence ederek şehid etti.
Hz. Ümmü Ümare (r.a) bu olayda da metanetini kaybetmedi ve “şehid anası oldum” diye sevindi. Fakat bu Allah düşmanını öldürmek üzere yemin etti ve diğer oğlu Abdullah ile Yemame savaşlarına katıldı.
Yemame Savaşı, Hz. Halid bin Velid (r.a) kumandasındaki İslâm ordusuyla Müseyleme taraftarları arasında yapılmış bir savaştır. Hz. Ümmü Ümare (r.a)’yi altmış yaşını geçtiği halde bu savaşta da görüyoruz. Üstelik en önlerde. Nihayet elinde kılıç, yanında oğlu, Ensar’dan bir grup askerle birlikte Museyleme’yi öldürdüler.
Savaş sırasında aldığı on iki yaraya rağmen İslâm askerleri onun haykırışlarıyla yüreklendiler: “Ey şanlı mücahitler, vurun! Allah aşkına bu müşrikleri kırın! Allah için dayanın!..”
Hz. Ümmü Ümare bu savaştan sonra Medine’ye dönmüştür. Uhud Savaşı’na dair pek çok hadis rivayet etmiştir. O, Peygamberimiz’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) dualarına mazhar olmuş, tarihe adını yazdırmış kahraman bir hanımdı. O ve bütün ailesi, Allah ve Habibi’nin sevgisiyle canlarını ortaya koyanların en önlerinde yerlerini aldılar.
Nihayet Uhud harbi bitmiş, müslümanlar yetmiş şehit vermişti. Medineli Sümeyra (r.a.) savaş alanına koşmuş, sonucun ne olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Savaşta babası, kocası ve kardeşi şehit düşmüştü. Yolda karşılaştığı insanlar acı durumu kendisine haber verdiler.
Kadın: “Allah Resulü ne yapıyor, o nasıldır, ne haldedir?” diye Efendimiz’i (sallallâhü aleyhi ve sellem) soruyordu:
“Hamd olsun Allah’a, Resulullah iyidir!” dediler.
Kadın: “Onu bana gösterin!” dedi, gösterdiler. Kadın o tarafa doğru koştu, Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem)‘i görünce sevindi, üç şehidin acısını içine attı: “Sen hayatta ve aramızda olduktan sonra, bütün musibetler bana hafif gelir ya Resulallah!” diyerek yoluna devam etti. [5]
Kalbimizde korku ve endişeler hâlâ yer bulabiliyorsa, olan bitenler hayatımızı zehir ediyorsa, sevgimizde bir eksiklik aramalı değil miyiz?
Az mı çalışmıştı o gün Ümmü Süleym Hz. Aişe’yle birlikte. Sırtlarında yiyecek ve içeceklerle Uhud’a koşup gelmişler, kırbalarla su taşımışlar, yaralıları tedavi etmişlerdi. Ya Ümmü Süleym’in kocası Ebu Talha? Uhud Savaşı sırasında Resulullah’ın (sallallâhü aleyhi ve sellem) yanında kalan bir avuç mümin arasındaydı. Peygamberimiz’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) önüne sadağındaki elli tane oku sermiş, bir yandan şöyle demişti:
- Ya Resulallah! Vücudum vücudunun önünde sana feda olsun!
Kâinatın Efendisi (sallallâhü aleyhi ve sellem) onun arkasından müşriklere bakmak için bir ara yükselip başını kaldırınca da:
- Ya Resulallah! Anam babam sana feda olsun, yükselme! Belki sana müşriklerin oklarından bir ok isabet eder. İşte göğsüm, senin göğsüne siper olsun, diye yalvarmıştı.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e bir yay hediye edilmişti. Bu yayı Uhud Savaşı’nda Katade bin Numan (r.a.)’a verdi.
Katade (r.a.) Uhud Günü’nde yayın başı aşınıncaya kadar Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in önünde ok attı.
Yanından ayrılamıyordu. Zira düşman hücumu sertti. Zaman zaman Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e atılan oklara kendini siper ediyordu. Yeter ki O’na bir şey olmasın...
Bu oklardan biri gözüne isabet etti ve Katade (r.a.)’ın göz bebeği avuçlarına aktı. Bu halde Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e vardı.
Arkadaşını o halde görünce Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in mübarek gözlerinden yaşlar boşandı ve şöyle yakardı:
– Allah’ım! Katade gözünü senin peygamberine siper etti. Onun çıkan gözünü gözlerin en güzeli ve en keskini yap! Bu dua üzerine Cenab-ı Hak tarafından Katade (r.a.)’ın gözü iade olundu. O göz ne kadar güzel ve ne kadar keskindi!
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) “Hepiniz çobansınız ve sürünüzden sorumlusunuz.” buyurur. Bu bir benzetmedir. Kim olursa olsun, herkesin mutlaka bir sevk ve idare sorumluluğu taşıdığına işaret eder. Nitekim hadis-i şerifin devamında, imam veya emir ümmetin, erkek aile halkının, kadın evinin ve çocuklarının, hizmetçi efendisinin malının çobanı olarak nitelendirilir. Türkçeye “çoban” diye aktarılan hadis metnindeki “râî” kelimesi, “bir topluluğu en güzel şekilde yöneten, yönetimi altında olanları koruyup gözeten, her bakımdan güvenilen ve bu sebeple de kendisine riayet edilen kimse” demektir.
Evet, hepimizin doğru yönetmekle mükellef olduğu bir meşguliyet sahası vardır mutlaka. Tek başımıza olduğumuzu, kendimizden başka kimsenin sorumluluğunu taşımadığımızı iddia etsek bile vardır. En azından vücut azalarımızın, duygularımızın, kabiliyet veya imkânlarımızın doğru yönde kullanılmasından sorumluyuz.
Şu veya bu derecedeki sevk ve idare sorumluluğu, doğru tespitler yapmayı, doğru çözümler üretmeyi, doğru kararlar almayı gerektirir. Fakat insan her zaman her şeyin doğrusunu bilemeyebilir. Beşerdir şaşar, yanılır, hata eder. Ne kadar iyi niyetli, ne kadar zeki ve mahir olursa olsun, her meselede isabetli karar vermesi mümkün değildir. Böyle bir ihtimalle zarara uğramamızı, yanlışa düşmemizi, emek ve imkânlarımızın heba olmasını istemeyen Cenab-ı Hak, bizi “istişare”ye davet eder.
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem), pek çok defa ashabıyla istişare etmiştir. Uhud öncesinde de Medine’de kalıp savunma savaşı yapmak yahut Medine dışına çıkıp müşrikleri karşılamak alternatiflerini ordunun tamamıyla istişare etmiştir.
Müslüman’ın Şiarı
İstişare, herhangi bir konuda en doğru metot ve çözüme ulaşmak, en uygun kararı almak için bilgisine, uzmanlığına, ahlâkına güvenilen kişi veya kişilerle görüş alışverişinde bulunmak demektir.
İstişare müslümanın şiarıdır. Kur’an-ı Kerim’in Şûrâ suresi 38. ayetinde müminlerin, işlerini kendi aralarında istişare ile görmeleri övülmüştür. Âl-i İmran suresinin 159. ayetinde ise Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e hitaben, “(Etrafında toplanıp sana tabi olanlarla) istişare et” buyrulmuş, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) de vahiyle belirlenmemiş hemen her konuda ashabıyla istişare etmiştir.
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın “Dostlarıyla Resulullah’tan daha fazla istişare eden bir kimse görmedim.” dediği haber verilir. Esasen vahye mazhar olması ve fetaneti sebebiyle Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in istişareye, diğer insanların görüş ve tekliflerine ihtiyacı yoktur. Buna rağmen istişareye memur edilmesi, ulemamızın da belirttiği gibi, ümmetine bu hususta da örnek olmak, onları teşvik etmek içindir.
Nitekim sırat-ı müstakimin ancak sünnet-i seniyyeye sımsıkı sarılmakla yürünebileceğini bilen Müslümanlar, istişareyi hayatlarının vazgeçilmez bir usulü haline getirmişlerdir. Aileden devlet yönetimine kadar her kademede işlerini istişare ile görmüşler, aşılamaz sanılan yalçın dağları birbirlerine danışa danışa aşıp yüksek bir medeniyetin kurucusu olmuşlardır.
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in örnekliğiyle daha Hulefa-yi Raşidin döneminde bir yönetim tarzı haline getirilerek kurumsallaştırılan istişareyi, Batılı toplumlar asırlar sonra nice acıların ardından keşfedebilmişlerdir ancak.
Petekten bal sağmak
Bugün artık Müslüman olsun olmasın herkes istişarenin gerekliliğine inanmış görünüyor. Neredeyse bütün devletlerin meclisleri, senatoları var. Şirketler kadrolu danışmanlar istihdam ediyor. Herhangi bir konuda yetki ve sorumluluk alan kişilerin etrafında müsteşarlardan müşavirlerden geçilmiyor. Sivil toplum organizasyonları bile sık sık istişarî toplantılarla gündeme geliyor.
“İstişare”, “meşveret” ve “müşavere” kelimeleri aynı kökten gelir ve hepsi de aşağı yukarı aynı manayı, yani “maksada ulaştıracak en doğru yolu göstermek, hedeflenen şeye işaret etmek” manasını karşılar. Yine aynı kökten türeyen “şura” kelimesi ise daha ziyade “istişare için toplanma” veya “istişare eden topluluk” kastedilir.
Bütün bu kelimelerin kök manalarından biri de “balı peteğinden çıkarmak, bal sağmak”tır. Böylece hem istişare ile ulaşılan neticenin hayırlı, faydalı ve güzel olması gerektiğine, hem de bu neticenin ortak bir çabayla kazanılabileceğine işaret edilir.
Kökteki bu “petekten bal sağmak” manası bir şeyi daha düşündürür: Her petekte bal olmaz, dolayısıyla da her petekten bal almaya çalışmak beyhude bir çabadır. Yahut petek bal ile doludur da peteği kovandan çıkarmanın, balı sağmanın usulüne ve zamanına riayet etmeyince heba olur gider.
İşin şeklini dondurunca
İstişarelerin “istişare” olabilmesi için uyulması gereken şartlar var demek ki. Üstelik bu şartlar maksada, konuya, istişare heyetinin sorumluluk seviyesine göre değişebiliyor. Günümüzde istişare ile ilgili tartışma, eleştiri ve şikâyetlerin en fazla yoğunlaştığı, “istişare sonucunun bağlayıcılığı” meselesinde tek ve kesin bir cevap aramamak gerekiyor mesela.
Örnek birer uygulama olması sebebiyle Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in istişarelerini esas aldığımızda da standart bir şablonla karşılaşmıyoruz. Daha çok bir strateji belirleme konusunda Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) bazen kendisi görüş istiyor ashabından, bazen sorulmadan söylenen bir teklife itibar ediyor. Bazen bir kişiye soruyor fikrini, bazen bir topluluğa... Bir çözüm teklifini hemen kabul ettiği de oluyor, ısrarlara rağmen reddettiği de...
Bunun böyle olması gerekiyor ve Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in bu tavrı, istişarenin çok önemli şu özelliğine işaret ediyor: Elbette belli ölçüler, sınırlar var ama her duruma aynen uygulanacak tek ve sabit bir istişare usulü, dondurulmuş bir istişare kalıbı yok. O kadar ki hükmü dahi değişiyor. Sorumluluk sahibinin şahsî dairesindeki işlerle ilgili istişareye “sünnet” diyen din âlimleri, ümmetin selametini ilgilendiren hususlarda istişarenin “vacip” veya “mendup” olduğunu söylüyorlar.
Biz konuyu çok fazla dağıtmamak için, insanları Hakk’a ve hayra çağırmak üzere organize olmuş gönüllü toplulukların, ümmete hizmet için yapılanmış cemaatlerin istişare usullerini ele alacağız. Bu tür hizmetlerde sorumluluk alanların istişare hususunda daha titiz, daha duyarlı olması gerekiyor çünkü.
İstişare kurulları
Gönüllülük esasıyla hizmet gören sivil organizasyonların hemen her biriminde bir istişare heyeti vardır genellikle. Bunlar bir problemin çözümünü bulmak, bir durumu gerçek sebepleriyle doğru tespit etmek, bir işin en verimli sonucu alacak şekilde yapılmasını sağlamak, bir konuda birden fazla alternatiften en uygun olanını seçmek üzere toplanıp görüş alışverişinde bulunurlar.
Böyle görüşmelerin insanlardaki sorumluluk duygusunu geliştirmesi, hizmet şevkini artırması, aidiyet şuurunu güçlendirmesi de beklenir. Fakat bazen böyle olmaz. Görüşmeler gereksiz konuşmalarla uzar, zaman kaybedilir, en verimli şekilde yapılması hedeflenen işler sürüncemede kalır. Manasız ısrarlar, karşıdakinin düşüncesini kâle almayan tutumlar kırgınlıklara yol açar. Teklifi kabul görmemiş olanlar heyecanlarını kaybeder, gönülsüzleşir, hizmetten soğurlar.
Bunun böyle olmaması için hem istişare isteyen sorumluluk sahiplerinin hem de istişareye katılanların bazı hususları gözetmesi gerekir.
Öncelikle, sabit bir üst istişare kurulunun bulunması gerektiği kabul edilmelidir. Bu kurul dört halife döneminde “hall ve akd ehli”, “ulü’l-emr”, “ehlü’ş-şûra” gibi isimlerle anılan heyete benzer. Hizmeti geçmiş, takva sahibi, kıdemli ve sözü dinlenir büyüklerden oluşur. Cemaatin temsilcisi, manevi şahsiyeti gibidir ve nihai karar merciidir.
Ancak böyle bir sabit kurulun her konuda bilgi ve fikir sahibi olması beklenemez elbette. Her meseleyi bunlar sadece kendi aralarında istişare eder, başkalarına danışmazlar diye bir kaide de yoktur. Farklı konularda başkalarına danışma ihtiyacı olduğunda bir nevi alt komisyon gibi geçici istişare kurulları oluşturur, bunların teklif ve fikirlerinden istifade ederler.
İstişare Adabı
Bir mesele istişare edilirken bütün tarafların enaniyetten, tarafgirlikten, hissi davranmaktan, peşin hükümden, şahsiyetçilikten kaçınması gerekir. Kulis yapıp önceden bir kısım insanları yönlendirmekle yahut bir görüşü şu veya bu şekilde dayatmakla istişare olmaz.
Samimi olunmalı, hakikat olduğu gibi tespit ve teslim edilmelidir. Durum bütün çıplaklığıyla ortaya konmalı, soran Allah rızası için sormalı, cevap veren de Allah rızası için ihlâsla cevap vermelidir. Gıybet etmemek kaydıyla gerekiyorsa yanlışlar, kusurlar, hatalar da konuşulabilmelidir.
Zaman kaybetmemek için önceden hazırlık yapılmalı, istişare sırasında mantık ve muhakeme disiplininden, esastan uzaklaşılmamalıdır.
İstişarede cedel olmaz. Konuşurken muhatabı rencide etmemeli, görüşler yumuşak bir üslupla ortaya konmalı, nazik olunmalıdır. İstişare etmek, müsteşirlerin (istişareyi isteyenlerin) görüş sahibi olmadıkları, yahut teklif üretmekte yetersiz veya zayıf kaldıkları manasına gelmez. Bu sebeple onlara akıl verir tarzda, emreder gibi konuşmamalıdır. Müsteşirler de müsteşarların (kendileriyle istişare edilenlerin) farklı görüşlerini sabırla ve dikkatle dinlemelidir. Görüşlere muhalefetin, görüş sahibine muhalefet olmadığı bilinmeli, makul itirazlar karşısında alınganlık gösterilmemeli, ısrar ve inat edilmemelidir.
Müdahale etmeli ama ısrarcı olmamalıyız
Bazı durumlarda daha uygun bir görüş ve tedbir biliyorsak, sorulmasa dahi bunu söylememiz gerekebilir. Bu müdahale karar aşamasında veya alınan karara rağmen de olabilir.
Nitekim Resul-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Hendek Savaşı’nın onuncu gününde Gatafanlılarla anlaşmak üzere iken Sa’d b. Muaz ve Sa’d b. Ubade’nin (Allah onlardan razı olsun) teklifi doğrultusunda bu anlaşmadan vazgeçmiştir. Aynı şekilde Bedir öncesi İslâm ordusunun mevzileneceği yer konusunda Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem), Hubab b. Münzir (r.a.)’ın müdahalesi üzerine kendi görüşünü terk edip onun teklifine uymuştur.
Bu örneklerde müdahaleyi yapanların üslubu dikkate şayandır. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e son derece edepli bir şekilde “Aldığınız karar vahye mi dayanıyor yoksa sizin şahsî görüşünüz mü?” diye sormuşlar, şahsi görüşü olduğunu öğrenince kendi düşüncelerini asla ısrarcı olmadan gerekçeleriyle teklif etmişlerdir. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in bu müdahaleler karşısında incinme emareleri göstermediği gibi memnuniyet duyması da istişare adabına dair önemli bir tavrı örneklemektedir.
Buna rağmen bazen uzmanlık, ehliyet veya zahirî işaretler bir teklifin doğruluğuna hükmetmeye yetmez. Böyle durumlarda bilhassa büyüklerin, peygamber mirasçısı âlimlerin, feraset sahibi salih müminlerin teklif ve görüşlerimiz karşısındaki sükûtunu zorlamamak, hal diliyle verdikleri cevabı ısrarla ve inatla değiştirmeye çalışmamak gerekir.
Uhud savaşı öncesi Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in görüşüne rağmen gençlerin Medine dışına çıkıp müşrik ordusunu karşılama ısrarı ve bu ısrarın getirdiği mağlubiyet böyle bir mesaj taşır.
Şura kararı herkesindir
Yapılan bir karar istişaresi ise ve bizim görüşümüzün dışında bir karar çıkmışsa buna saygı göstermeli, bizim teklifimiz uygulanmaya konmuş gibi o işin gerçekleşmesi için canla başla çalışmalıdır. Çünkü şuranın kararı ortaktır.
Muhalif olanlar da bu ortaklığa dâhildir. Uygulamaya bigâne kalmak, “Yapsın da görelim, bakalım!” türü kızgınlıklarla bütün yükü karara esas olan görüş sahibinin sırtına yıkmak, kardeşlik hukukuna sığmaz.
İstişare bir tedbirdir ve elbette takdir Allah’ındır. Bazen istişareden çıkan kararın uygulamasından beklenen netice alınamayabilir. Böyle durumlarda o kararın alınmasına esas olan görüşlerin sahiplerini eleştirmek, ayıplamak, itham etmek son derece yanlıştır. Yanılmak insana mahsustur.
Bir kere yanıldı diye insanları itip kakarak kınarsak ümitsizlik ve güvensizlik peyda olur. İnsanların hata yaparım korkusuyla görüşlerini söylemekten çekindiği ortamlarda sağlıklı bir istişare yapılamaz.
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e hitaben “(Yapacağın) işlerde onlarla istişarede bulun.” buyurulan Âl-i İmran suresi 159. ayeti Uhud savaşından sonra nazil olmuş ve “onlar” ifadesiyle Medine dışına çıkıp savaşmakta direterek yahut savaş sırasında mevzilerini bırakarak mağlubiyete sebebiyet veren Uhud ehli kastedilmiştir.
Nitekim Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem), Uhud’da mağlubiyete sebep olmuş gibi görünenlere en ufak bir sitem imasında dahi bulunmamış, onlarla istişareye devam etmiştir. Daha ibretamiz olanı ise, tek eleştiri ve kınamanın, müslüman ordusunu yarı yolda terk ederek geri dönen münafık Abdullah b.Übey’den gelmesidir.
İstişarelerin Bağlayıcılığı
Daha önce belirttiğimiz gibi, yapılan istişare karar almak için de olabilir, teklif sunmak için de. Bu bir karar istişaresi ise ve heyete kesin karar yetkisi verilmişse, eğer oy birliği yoksa oy çokluğuna itibar edilir. Karar alındıktan sonra da artık muhalefet olmaz.
Danışma amaçlı teklif istişarelerinde ise nihaî karar asıl sorumluluk sahibi merciindir. İsterse kararını çoğunluğun görüşü istikametinde belirler. Uhud öncesinde Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in kararı böyle olmuştur. Eşit ağırlıkta iki farklı görüş varsa, Hz. Ömer (r.a.)’in veba salgının baş gösterdiği Şam’a girip girmeme hususunda yaptığı gibi hakeme müracaat edebilir.
Hz. Ömer (r.a) “Şam’a girelim” diyenlerle “dönelim” diyenlerin denk olduğunu görünce sahabenin büyüklerine danışmış, onların teklifi istikametinde geri dönmüştür. Karar yetkisi taşıyan, isterse teklif istişaresinden çıkan hiçbir görüşe uymaz. Ya namaz vaktinin belirlenmesi konusunda olduğu gibi beklemeyi tercih eder yahut kendi görüşünü uygular.
Sorumluluk sahipleri, mevcut görüşleri değil de kendi görüşünü tatbik etmek isterse Hz. Ebubekir (r.a.)’in örneklediği iki yoldan birini seçer.
Görüşündeki isabetten eminse, mürtedlerin üzerine ordu gönderilmesinde olduğu gibi derhal uygulamaya geçer. Yahut farklı görüş sahiplerini ikna yolunu seçip, Allah’tan bu konuda onların kalplerine genişlik ve göğüslerine rahatlık vermesini niyaz ederek bekler. Hz. Ebubekir (r.a.) Kur’an-ı Kerim’in toplanması konusunda böyle hareket etmiştir.
Azmettikten sonra dönmek yok
İstişareler sonunda şu veya bu şekilde kesin bir karar alınmışsa artık bütün tereddütler, bütün karşı görüşler, bütün bahaneler unutulmalı ve o kararın uygulanması için herkes üzerine düşeni yapmalıdır. Hangi gerekçe ile olursa olsun kesinleşmiş bir kararı bir müddet sonra değiştirmek, hele de bu çok sık yapılıyorsa, topluluğun kendine olan itimadını azaltır, hizmette gevşekliğe yol açar.
Biz şüphesiz ki bir iş için hayır murad ederek istişarede bulunur, en doğru olduğunu düşündüğümüz kararı alırız. Fakat o işin hayırla mı yoksa şerle mi biteceğini bilemeyiz. Yahut bizim hayır bildiğimizde şer, şer bildiğimizde hayır olabilir. Ne kadar mükemmeliyetçi olursak olalım, bir işin neticesini Cenab-ı Allah takdir eder. Bizim vazifemiz sebeplere sarılmak, tedbiri elden bırakmamaktır. Üzerimize düşeni yaptıktan sonra, “gayret bizden tevfik Allah’tan” deyip âlemlerin Rabbi’ne tevekkül etmektir.
Onun için Âl-i İmran suresinin 159. ayetinde Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e “müslümanlarla istişare” emrinden hemen sonra şu talimat veriliyor:
“Bir kere de azmettin mi (kesin karar verip yola koyuldun mu), artık Allah’a tevekkül et. Muhakkak ki Allah mütevekkil olanları (Allah’a dayanıp güvenenleri) sever.”
İstişarenin Konusu
Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in istişareleri, bir durum karşısında en doğru tavrı belirlemekle, strateji tayin etmekle ilgilidir. Daha çok cihad uygulamalarında karşımıza çıkar.
Dolayısıyla cihadı bugün hayır ve hizmet faaliyeti şeklinde sürdüren toplulukların istişareleri de bu hayır ve hizmetin usulü, organizasyonu, yaygınlaşması, ölçülerini kaybetmeden büyüyüp gelişmesi üzerine olmalıdır. Bu çerçevede “ortak akıl” oluşturulmaya çalışılır; neyin, nasıl, kimler tarafından yapılacağı, değişik seviyelerde görüşülmek suretiyle bir karara bağlanır.
İçtihad yoluyla belirlenenler de dâhil, dinî hükümler istişare konusu yapılamaz. Son derece açık, basit, ne yapılacağı belli meseleler ve daha önce denenmiş, sonuçları görülmüş uygulamalarla ilgili istişare gayretleri ise işgüzarlık olur, vakit kaybıdır.
İstişare Şekli
Nihaî karar yetki ve sorumluluğunu taşıyan kişi veya kişiler, en doğru kararı verebilmek için yapacakları istişarenin şeklini genellikle meselenin tesir sahasına göre belirler.
Eğer ortada topluluğun tamamını ilgilendiren bir durum varsa ilgili herkesin görüşü alınabilir. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem), Uhud öncesinde Medine’de kalıp savunma savaşı yapmak yahut Medine dışına çıkıp müşrikleri karşılamak alternatiflerini ordunun tamamıyla istişare etmiştir.
Böyle durumlarda çokluğu sebebiyle toplumun tamamının görüşünü almak mümkün değilse, o toplumu oluşturan birimlerin temsilcileriyle de görüşülebilir.
İstişare, topluluğun tamamıyla değil, konunun ehli olan bir veya birkaç kişiyle de yapılabilir.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem), Hendek Savaşı sırasında Yahudilerle ittifak halinde olan Gatafanlılarla anlaşmak ve onları bu ittifaktan vazgeçirmek için Ensar’ın büyüklerinden Sa’d b. Muaz ve Sa’d b. Ubade (r.a.) ile istişare etmiştir.
İstişare, bu iş için özellikle oluşturulmuş bir heyet varsa, heyet üyelerinin bir araya gelmesiyle yapılabildiği gibi, karar sorumluluğu taşıyanların en doğru kararı almak üzere ilgili ve ehil kişilerle farklı zamanlarda tek tek görüşmesi suretiyle de yapılabilir.
Şekil usulleri maksat değil, maksadın gerçekleşmesi içindir. Toplanmak, özellikle bir mekân ve gündem belirlemek güzeldir, faydalıdır ama sadece bunları yerine getirmekle hayırlı bir istişare yapılmış olmaz.
Kimlerle İstişare Edilir?
İstişare herkesle değil, görüşülmesi gereken meselede ehil olanlarla yapılır. Ayrıca herkes hizmet veya cemaat adına istişare isteme hakkına sahip değildir. Bu hususta izinli olanlar özellikle alt komisyon gibi çalışacak istişare heyetlerine katılan kişilerde belli bazı nitelikleri gözetmek zorundadır. Buna göre, kendileriyle istişare edilecek kimselerin:
• İstişareye konu olan meselede bilgi, ehliyet ve tecrübe sahibi,
• Akıllı, ferasetli, mantığı ve muhakemesi sağlam,
• Takva sahibi, müstakim, salih ve güvenilir,
• Halim, sabırlı ve nezaketli
• İçinde bulunduğu hizmet veya hareketin gereğine ve önemine samimiyetle inanmış,
• Cimrilik, korkaklık, hırs, kibir, öfke gibi zaaflardan azade olmalarına dikkat edilmelidir.
Büyükler ‘Bekleyin’ Diyorsa
Sorumluluğun asıl sahibi büyüklerin bize ters gelen bazı karar ve uygulamalarını değiştirmek için ısrarcı olmamak gerektiğini anlatan bir örneği de Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in münafık Abdullah b. Übey’le ilgili tutumunda görüyoruz. Abdullah b. Übey, Hazreçlilerin reisi. Medine’nin yönetimini ele almak üzere Yahudi Nadiroğulları ile anlaşma sağladığı esnada Hicret vuku buluyor ve hevesi kursağında kalıyor. Ümit bağladığı Kureyş müşrikleri Bedir’de yenilince Medine yöneticiliği hayali bir kere daha yıkılıyor. Fakat vazgeçmiyor. İslâm’a girdiğini söyleyerek Müslümanları içeriden zayıflatmayı planlıyor. Uhud’da adamlarıyla yarı yoldan dönüyor, Beni Kaynuka üzerine yürümek isteyen Resulullah’ı (sallallâhü aleyhi ve sellem), onların Hazreçlilerle anlaşma yaptığı yalanıyla vazgeçirmek istiyor. Medine’yi terk etmesi istenen Nadiroğulları’na gizlice haber gönderip yerlerinde kalmasını söylüyor. Muhacirler aleyhine sağda solda çirkin sözler sarf ediyor, iftiralar atıyor. Tam bir fitne yumağı.
Bütün bunlar olurken bazı Müslümanlar, özellikle de Hz. Ömer (r.a.) ısrarla Abdullah b. Übey’i öldürmek için izin istiyorlar. Onlara her defasında “Bekleyin” diyor Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem). Abdullah b.Übey, tam bir münafık, kaba ve şirret bir adam ama Hazreçlilerin reisi. Onun öldürülmesi, karizması ile peşine taktığı koca bir kabileyi İslâm’dan uzaklaştırabilir. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) bir şeyi daha görüyor: yalanları, iftiraları, hırsı ile Abdullah b.Übey gittikçe itibar kaybetmektedir. Nihayet “İfk hadisesi”nde Hz. Aişe (r.anha) validemize iftira atanın bu adam olduğu anlaşılıyor ve bu kadar alçalan bir adama artık kendi kabilesi de sahip çıkmıyor. Hazreçlilerin bile yüzüne tükürdüğü bu münafığın ölmekten beter bir hale düştüğünü gören ashab, Resulullah’ın (sallallâhü aleyhi ve sellem) “bekleyin” tavsiyesindeki hikmeti anlıyor böylece.
Allah Teâlâ, sadatların dua ve bereketiyle bizleri Resulullah (s.a.v.)’in sevgisinden, büyüklerin izinden ve istişare sünnetinin ölçülerine uymaktan ayırmasın inşallah. Âmin.
[1] İbn Hişam: es-Sîretü’n-Nebeviyye, 3/73-93; Tarîhu’t-Taberî, 2/507-520; Muhammed Hamidullah: İslâm Peygamberi, 1/234-35.
[2] Taberâni, et-Mucemül-Kebîr, nr. 5694; Kâdî iyâz, eş-Şifâ, 1/81; Emevî, Hayâtü'I-Kulûb, s. 270.
[3] İbn Sa’d: et-Tabakatü’l-Kebîr, 2/40-41; İbnu Esir: el-Kâmil fi’t-Tarîh, 2/153-163; Zekâi Konrapa: Peygamberimiz (İstanbul, 1968), 210-218.
[4] Ibn Kesîr, el-Bidâye ve'n-NIhâye, 4/37; Ibn Hlşâm, es-Sfre, 3/51.
[5] Muhammed Şami, Sübülü’l-Hüda, IV, 228
Facebookta Paylaş

Paylaş