O Okuma Vakti
Download http://bigtheme.net/joomla Free Templates Joomla! 3

NEFSİN TERBİYESİNDE ZİKRİN ÖNEMİ

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ مُحَمَّدٍ سَيِّدِناَ عَلىَ وَالسَّلاَمُ وَالصَّلاَةُ الْعَالَمِينَ رَبِّ لِلهِ اَلْحَمْدُ
NEFSİN TERBİYESİNDE ZİKRİN ÖNEMİ
Hak Teâlâ, Kur'an-ı Kerimde; “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin”[1] buyurur.
Zikri emreden birçok âyet ve hadis mevcuttur. Zikrin faydaları, sevabı ve fazileti konusunda bu kadar âyet ve hadisin gelmesi onun mümin için bir hayat sebebi olduğunu gösteriyor. Zikirle kalplerini ihya eden Allah dostları, zikrin nimetlerini ve faydalarını bizzat müşahede ettikleri için onu bütün insanlara ısrarla tavsiye etmişlerdir. Kul kalbi ve dili ile ne kadar zikir çeker ve buna devam ederse o derece ilâhî ikram ve müjdelere ulaşır. Allah dostları iman ve namazdan sonra en fazla zikrin üzerinde durmuşlardır.[2]
Kâinatın Efendisi (s.a.v) şöyle buyurdu: “Herhangi bir toplum yalnız Allah rızasını niyet ederek bir arada toplanıp Allah’ı zikrederlerse, gökten bir münadi bağışlanmış olduğunuz halde yerinizden kalkın, doğrusu Allah sizin günahlarınızı sevaba çevirmiştir” diye nida eder.[3]
Zikrin asıl manası, gönülden masivayı çıkarıp, Mevla'yı sevmektir. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeye masiva denir. Zikir nefsi ezip, yüce Rabbi yüceltmektir. Zikir fikrin meyvesidir. Fikir de muhabbetin eseridir. Muhabbet ise Allah vergisidir. Sevgisiz insan yoktur. Her insanın bir şeye muhabbeti vardır. Önemli olanda bu muhabbeti Allah'a yöneltmektir. Bu da zikirle olur.
İmam-ı Gazali (r.ah) şöyle demiştir: “Bir müminin, çarşıyı veya işyerini özlediği kadar, ibadeti ve zikir meclislerini de özlemelidir. Allah’a âşık olan müminlerin eli işte iken kalbi zikirde, aklı ahirette, gözü yeni bir hayır ve hizmettedir. Bir kusur işlerse hemen tevbe etmelidir. Çarşı pazarda tavsiye edilen zikirleri çokça söylemelidir. Gafil kimsenin manen ölü, zikredenin ise diri olduğunu bilmelidir.’’
Muaz bin Cebel (r.a), Allah’ın Resulü’nden duyduğu son sözün şu olduğunu anlatıyor: Allah Resulü’ne sordum:
“Allah’a hangi amel daha hoş gelir?” Buyurdu ki,
“Dilin, Allah’ı anmakla ıslanmış olarak ölmendir.”[4]
Büyük müfessir İmam Fahreddin Razî (r.ah) “Siz beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin”[5] ayet-i celilesini tefsir ederken şöyle demiştir: “Yüce Allah bu ayette zikir ile şükrü bir arada anmıştır. Zikir de şükür gibi üç çeşittir. Bunlar, dil, kalb ve beden ile yapılan zikirlerdir. Dil ile zikir, Yüce Allah’ı güzel isimleri ile anmak, Ona hamdetmek, tesbihte bulunmak, Kur’an’ı okumak ve dua etmektir. Kalb ile zikir de, yüce Allah’ı gönülden anmaktır. Bu bir nevi tefekkürdür. Beden ile zikir ise, vücudun bütün organlarının Allah’ın emirlerini yerine getirmeleri ve yasaklarından sakınmaları ile olur. Bu da kişinin kendi vücudunun organlarını Allah’ın yolunda bulundurması ile mümkündür.[6]
Büyük arif İmam-ı Rabbani (k.s) yüz doksanıncı mektubunda buyuruyorlar ki, “Zikrin faydalı olması ve tesir edebilmesi için şeriata uymak şarttır. Farzları ve sünnetleri yapmak ve haramlardan ve şüpheli olan şeylerden sakınmak lazımdır. Bunları da ehil olan âlimlerden öğrenerek yapmalıdır.”
Resulullah (s.a.v) şöyle buyuruyor; “Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o salah bulursa bütün ceset salah bulur; eğer o bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin o kalptir.” [7]
Manevi terbiyede ilk olarak kalp ele alınır. Bütün Allah dostlarının tecrübe ve tespitlerine göre, kalbin temizlenmesi ve nefsin terbiyesi için en etkili ilaç Allah Teâlâ’yı zikretmektir.
İbadet ve ameller de bir çeşit zikirdir. Fakat kalbe ilaç olacak, nefsi ıslah edecek zikir, hepsinden ayrı özel bir ameldir. Allah dostları kalbin ilacı olan zikri, günlük yapılan zikir (vird) haline getirmişlerdir.
Gavs-ı Sânî (k.s) hazretleri şöyle buyurmuştur: “Zikre devam ediniz, virde önem veriniz, çünkü kalbin tek ilacı zikirdir. Nefsin çirkin sıfatları ancak zikir ile değişir. İnsan mürşit nezaretinde sürekli çektiği zikir sayesinde terbiye olur.”[8]
Müminlerden istenen, devamlı zikir içinde olmalarıdır. Bu hal, zikre devam edilerek zaman içinde elde edilebilir. Arifler, “zikir kalpte iyice yerleşirse nefes alıp vermek gibi tabii hale gelir. O zaman insan istese de zikirden uzak kalamaz” demişlerdir. Bu hale ulaşan insan yerken, içerken, gezerken, çalışırken, konuşurken, yatarken, kalkarken kalbiyle devamlı Allah Teâlâ’yı zikreder. Bu, başı ağrıyan bir kimsenin durumu gibidir. Başı ağrıyan insan hangi işle meşgul olsa başının ağrısını hisseder, aynı zamanda işine de devam eder. Zikrin kalbe yerleşmesi de böyledir. Allah Teâlâ bu hale ulaşan kalplerin ticaret ve alışveriş yaparken dahi zikirden kopmayacağını belirtmiş.
Bir ayette yüce Allah, kendisi ile her an beraber olanların halini şöyle belirtir:
“Onlar öyle erlerdir ki, herhangi bir ticaret ve alışveriş kendilerini Allah'ı zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, yüreklerin ve gözlerin dehşetten ters döneceği (ahret) günden korkarlar.”[9]
Allame Alusi (r.ah), bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:
“Birçok tasavvuf ehli, özellikle Nakşibendî büyükleri ayette emredilen daimi zikir haline ulaşmışlardır. Bu zikre ulaşmayı en büyük gaye edinmişlerdir. Zikir onların kalbinde hiçbir nedenle kesintiye uğramaz. Öyle ki hiçbir halde zikirden gafil olmazlar.”
Zikrin bu derece bütün vücuda yayılmasına arifler zatî zikir, sultanî zikir ve devamlı zikir ismini vermektedirler. Zatî zikir, insanın bütün zatını, duygularını ve maddi varlığını saran, nefes alıp vermek gibi vücudun tabii hareketi haline gelen zikirdir.
Gavs-i Bilvanisî (k.s) şöyle derdi: “Nakşibendîlikte esas; zikir ederek kalbi ıslah etmektir. Nakşibendî amelinin tamamı kalbin çalışması içindir. Çalışmaya başlayan kalb, tıpkı saat gibidir. O sahibi başka işlerle meşgul olsa bile, çalışmasına devam eder. Bundan dolayı insanın her anı ibadetle geçer.” [10]
Gavs-ı Sâni (k.s) hazretleri ise şunları söylemiştir: “İnsanın kalbine zikir yerleşince daha durmaz. Çarşıda, pazarda alışveriş yaparken kalp 'Allah' der. Siz istemeseniz de çalışır. Nasıl ki mideniz sizin elinizde olmadan gıdaları hazmediyor, siz uyurken bile işine devam ediyorsa, içine zikir yerleşen kalp de öylece zikreder. Bunun sevabını yalnızca Allah bilir.”[11]
Kıyamet günü olduğunda Allah Teâlâ bütün halkı hesap için toplar. Amelleri yazan melekler, yazdıkları ne varsa getirir ortaya koyarlar. Allah Teâlâ onlara,
'Bakın hele, kul için yazmadığınız bir şey kaldı mı?' diye sorar. Melekler de,
'Rabbimiz! Biz bu kulun bildiğimiz ve gördüğümüz her şeyini yazdık' derler. O zaman Allah Teâlâ o kula,
'Senin bizim yanımızda gizli/özel muhafaza edilmiş bir dosyan/defterin var. Onu melekler bilmezler. Onu ben yazdım, karşılığını da ben vereceğim. O senin yapmış olduğun gizli zikirdir' buyurur.[12]
Zikirde devamlılık esastır. Vücudun zikre alışması, ısınması ve onu nefes alış verişi gibi tabii hale getirmesi için, kişinin zikre devam etmesi gerekir. Arifler, işin çözümünü zikre başlamakta ve devam etmekte görmüşlerdir.
Gavs-ı Sânî (k.s) şöyle buyurmuştur: “Sûfî üç gün zikir çekmese kalbi hasta olur. Beş-on gün, bir ay, iki ay, üç ay, dört ay zikir çekmezse kalbi (iyice) hasta olur. Zikir kalbin hakkıdır.”
Tasavvuf büyükleri, manevi terbiyeye ilk adımı atan kimselere evvela bu yolun sevgisini, muhabbetini kazandırırlar. Bu sevgi ile müridlerini Allah Teâlâ’yı zikretmeye ısındırırlar.
Büyük arifler zikrin kâmil bir mürşidin gözetiminde, onun nezareti altında yapılmasını faydalı görmüşlerdir. Bunun birinci faydası mürşidi kâmilin dua ve himmet desteğidir. İkinci faydası kalbin ve çekilen zikrin kontrol altında olmasıdır.
Belli sayıdaki zikir adım adım takip edilir. Zikri mürşid kontrol eder. Gereken müdahaleleri o yapar, kalpte bir tıkanma ve usanma olursa o ilgilenir, kalbin yolunu o açar. Zira mürşid, şeytandan gelebilecek vesvese ve engelleri bilir, müridin bunları aşmasına yardımcı olur.
Zikir vücutta bir meleke haline gelene kadar, mürşid müridini kontrol eder. Meleke haline gelmek demek, vücuttan ayrılmaz bir parça haline gelmiş sıfat demektir.[13]
Zikri kendi başına yapmanın elbette sevabı vardır, fakat ileri safhada şeytanın hileleri de vardır. Kişi zikirle nefsini beğenmek, zikirden zevk alıp onu asıl hedef gibi görmek ve birçok vesveseyle baş başa kalır. Bir mürşide talebe olanlar manevi terbiye ve tedavide onun talimatlarına uymalıdırlar. Zikrini artırmak ve değiştirmek isteyen mürşidine danışmalıdır.
Zikirler farklı faydaları ve neticeleri olan ilaçlar gibidir. Ehil olmayan kimse kalbe ilaç olacak zikri seçerken yanılabilir, uygulamada yanlışlık yapabilir, sayıyı karıştırabilir.
Ancak kâmil bir mürşidin terbiyesine giren kimse bu tür durumlarda yalnız değildir. Kamil mürşid, manevi hastalıklarda mütehassıs doktordur. O, hangi manevi hastalığa ne tür zikrin ilaç olacağını bilir.
Gavs-ı Sânî (k.s) buyurmuşlar ki: “Virdlerinizi sağlam çekin, ara vermeyin. Bir çekip bir çekmemek kalbi tahriş eder. Nasıl ki doktorun verdiği ilacı bir alıp bir almazsanız faydası olmaz. Bu da öyledir. Bir de ne az ne fazla, verilen sayıda çekmek lazım. İlacı az alırsanız faydası olmaz, çok alırsanız zararı olur.”
Zikir gafletle de çekilse yinede terk edilmemelidir. Allah'ın (c.c) ihsanı boldur. Gafletle zikre devam edenin kalbine huzur verebilir. Huzurlu zikirden de fenaya yükseltebilir.
Zikirde kalbin huzurlu değil diye tamamen zikri terk etme. Çünkü hiç zikirsiz gafil olmak zikrin içinde gafil olmaktan daha kötüdür. Umulur ki Allah Teâlâ seni gafletli zikirden uyanık zikre, uyanık zikirden huzurlu zikre ve ondan da masivadan gaybet zikrine yükseltebilir. Bu Allah Teâlâ için hiç zor değildir.
Bediüzzaman Said Nursî (r.ah) hazretleri Mesnevi-i Nuriye'de sofinin mesleğinin zikir olduğunu, nefsin çirkinliklerinden sıyrılıp ahlâk-ı hamideye geçmeye sebep olacağını bildirmektedir:
“Ey aziz olan kimse, bil. Zikreden adamın ilâhî feyizleri çeken muhtelif manevi güzellikleri (latifeler) vardır. Bunların bir kısmı kalp ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı ise şuursuzdur. Gaflet ile yapılan zikirler bile, bu ilâhî feyizden mahrum kalmazlar.”
Onun için kardeşler, tasavvufta sofi illâ zikir sahibi olmalıdır ki Allah'ın feyzini çeksin.[14]
Abdullah b. Mesud’dan (r.a) rivayet olunduğuna göre Musa Peygamber (a.s), “Ey Rabbim! En çok hangi ameli işlememi sevdiğini bana gösterir misin?” diye sorduğunda
Cenab-ı Allah ona şöyle cevap vermiş: “Beni zikretmeni ve hiç unutmamanı çok severim.”[15]
Zikir kalbin cilasıdır, onu manevi kirlerden temizler, içindeki gafleti yok eder. Kalp zikrin nurları ile aydınlanır ve parlar. Bu nur insanın bütün vücuduna yayılır, her organ ondan bir pay alır, nurlanır, vücut Allah sevgisi ile tatlanır.
Zikir, lambaya gelen ışığı taşıyan kablolar gibi, Allah'ın nurunu kalbe taşır. Böylece kalp nurlanarak selim bir hâl alır. Kalb-i selim sahipleri de nefsin heva ve hevesine uymayıp, yalnızca Allah'a bağlanırlar.[16]
Hasan-ı Basri (k.s) hazretlerine birisi:
“Ey Hasan, gönlüm kasvetle dolu. Ne yapayım?” deyince, “Allah'ın zikri ve Rabbine tevbe, istiğfar ile yumuşat” buyurmuştur.
Zikir kalbi şeytanın vesvese, hile ve hâkimiyetinden kurtarır. Allah Teâlâ şeytanı "hannas" sıfatıyla tanıtmıştır.[17] Hannas, sinsi, korkak, boş bulunca dalan, karşı durunca kaçan demektir.
Şeytan kalbi boş bulunca dalar, kalp zikre geçince hemen kaçar. Zikir devam ettiği sürece şeytan kalbe yol bulamaz. Kalbe girmek ister fakat zikrin nuru onu yakar. Böylece insan en büyük düşmanından kurtulmuş olur.
Şeytanı yakan zikir ihlâsla edep üzere yapılan ve gafletten uzak olan zikirdir. İçinde Allah rızâsı ve edep bulmayan zikir, kalpten şeytanı değil, ilâhî rahmeti uzaklaştırır.
Menkıbe
Kürz bin Vebre (r.ah.) ağlıyordu. Etrafındakiler,
“Neye ağlıyorsun, yakınlarından birinin ölüm haberi mi geldi?” diye sordular.
“Hayır, ondan daha kötü” diye cevap verdi.
“Dayanamadığın bir ağrın, acın mı var” diye tekrar sordular.
“Hayır, daha da acı” dedi.
“Öyleyse neyin var” dediler. Şöyle cevap verdi:
“Kalbimin feyiz kapısı kapandı, üzerine perde çekildi. Dün gece ki virdimi yerine getiremedim.”[18]
[1] Ahzab, 41
[2] Aile Saadeti, S. Muhammed Saki Erol
[3] İmam Ahmed, Müsned, 3, 142; Suyutî, el-Havî, li’l-Fetava, 1, 391; Aclunî, Keşfü’l-Hafa, 2, 163, (Nr: 2187).
[4] Münzirî, Et-Terğib ve’t-Terhib, 2, 395; Hakim, Müstedrek
[5] Bakara, 152
[6] Razî, Mefatihu’l-Gayb, 4, 71
[7] Buhari
[8] Kulun yolculuğu, 108
[9] Nur, 37
[10] Seyyid Abdülhakim el-Hüseynî ve Nakşibendî Tarikatı, 168
[11] Kitab-ı Kudsiyye
[12] Ebû Ya'lâ, Müsned, nr. 4738; İbn Hacer, el-Metâlibü'l-Âliye, nr. 3 4 2 1 ; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 10/81.a
[13] Kaynaklarıyla Tasavvuf, Dilaver Selvi
[14] Mürid ve Mürşid Hukuku, Mehmet Ildırar
[15] Câmiü’l-Ulûmi ve’l-Hikem, 515.
[16] Mürid ve Mürşit Hukuku, Semerkand Yay.
[17] Nâs,4
[18] Sühreverdi, Avarifü’l Maarif
Facebookta Paylaş

Paylaş