O Okuma Vakti
Download http://bigtheme.net/joomla Free Templates Joomla! 3

SAHABELERİN İSLAM’IN YAYILMASINDAKİ FEDAKÂRLIK ve TAHAMMÜLLERİ

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ مُحَمَّدٍ سَيِّدِناَ عَلىَ وَالسَّلاَمُ وَالصَّلاَةُ الْعَالَمِينَ رَبِّ لِلّهِ اَلْحَمْدُ
SAHABELERİN İSLAM’IN YAYILMASINDAKİ FEDAKÂRLIK ve TAHAMMÜLLERİ
Sahabi Efendilerimiz maneviyat semamızın yıldızları... Allah Rasulü (s.a.v)'in etrafında halkalanan gönül erleri... İlahî feyzi ve rahmeti Son Peygamber’in mübarek nazarlarından kana kana içenler... Hak Tealâ’nın, Elçisi’ne bildirdiği vahye bizzat şahitlik edip, “işittik ve itaat ettik” diyenler... Sadakat ve teslimiyette bir eşine daha rastlanmayan örnekler... Onlar Allah Kelamı ve Peygamber sevgisi ile yekvücut olan birlik ve dirlik nesli... Ashab-ı Kiram, Sahabe-i Güzin Efendilerimiz... Allah Tealâ cümlesinden razı olsun.
Rabbimiz, insanlığa hidayet rehberi bir uyarıcı olarak Efendimiz (s.a.v)’i gönderdi. Allah’ın Elçisi İslâm’ı tebliğ etmeye başlayınca etrafında gittikçe genişleyen hayırlı bir topluluk yer aldı.
Efendimiz (s.a.v), sonraki yıllarda inananlar arasında iş bölümü yaptı, etrafında kenetlenmiş olan dostlarının yardımlarına başvurdu. Kabiliyetleri ve birikimlerine göre onlardan destek ve yardım istedi.
Gün oldu, onları hep beraber Allah yolunda savaşmak üzere gazveye çağırdı. Onlar da emri duydukları anda bütün işlerini bırakarak hazırlığa başladılar. Gelen emre boyun eğdiler, emredilene göre hareket ettiler. “Ailem var, çocuklarım ne olacak, arazilerimle hurmalıklarımla kim ilgilenecek?” demediler. Evlendiği gecenin sabahında, saçlarından sular damlarken bu emre icabet edenler dahi vardı.
Bazen Allah Rasulü (s.a.v) bir orduyla veya müfrezeyle sefere çıkmalarını emretti. Hangi tehlikelerle karşı karşıya kalacaklarını bilmelerine rağmen namazdan aldıkları lezzeti alarak, sevinçle atlarına bindiler ve yola koyuldular. Mute Savaşı’na giderlerken Allah Rasulü (s.a.v) sancağın sırasıyla kimler tarafından alınacağını söylediğinde, ismi sayılanlar sırayla şehit olacaklarını çok iyi biliyordu.
Allah Rasulü (s.a.v) dostları içinde bilgisi ile öne çıkan bazılarını da İslâm’ı anlatmak için uzak beldelere gönderdi. Onlar da nice tehlikeli yolları aşarak, hiç tanımadıkları yerlere gittiler, ağır sıkıntılara rağmen İslâm’ın mesajını insanlara aktardılar. Onların tebliğ gayreti İslâm’ın çok hızlı bir şekilde yayılmasına vesile oldu.
Allah Rasulü (s.a.v)’in İslâm’a davet mektuplarını götüren elçileri de yine arkadaşlarıydı. Rasulullah (s.a.v), bulundukları bölgelerin hakimi olan krallara, valilere, kabile liderlerine İslâm’a davet mektupları gönderdi. Kelle koltukta, Allah Rasulü (s.a.v)’in mesajını korkusuzca taşıyan Refref ruhlu gönül erleri, gittikleri insanın insafsız biri olması durumunda başlarının vücutlarından ayrılıp şehadet şerbetini içeceklerini çok iyi bilmekteydiler. Buna rağmen mektup götürmek için birbirleriyle yarıştılar. Nitekim gidenlerden bazıları geri dönemedi.
Bütün bu anlatılarımızın ne büyük fedakârlıklar olduğunu hakikaten anlayabiliyor muyuz? Evini yurdunu, malını mülkünü, dostlarını yakınlarını arkada bırakarak çekip gitmenin ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini hiç düşündük mü? O aziz neslin fedakârlığını izah edecek bir kelime sözlüklerde geçiyor mudur acaba?[1]
İslamiyetin İlk yıllarında Ashab-ı Kiramın Karşılaştığı Zorluklar
İbn Abdü'l-Berr anlatıyor: “Müşrikler boynuna ip bağladıkları Hz. Bilâl'i (r.a), Mekke'nin iki dağı arasında dolaştırırlardı.”
Urve b. Zübeyr (r.a) anlatıyor: “Hz. Bilâl (r.a), Cemhoğulları’ndan bir kızın kölesi idi. Allah'a (c.c) şirk koşması için sırtını Mekke'nin kızgın kumlarına yapıştırarak ona işkence ederlerdi. Ama bütün bunlara karşı o: “Ehad Ehad Bir! Bir!” diyordu.[2]
Müşriklerin Bilâl'e işkence ettikleri bir gün, Ebû Bekir (r.a) yanlarına geldi ve Ümeyye'ye:
- Şu zavallı hakkında Allah'tan korkmuyor musun? İşkenceleriniz daha ne kadar sürecek? dedi.
Ümeyye:
- Onu sen yoldan çıkardın, sen kurtar, karşılığını verdi.
Ebû Bekir (r.a):
- Ondan daha iri, daha güçlü siyahi bir kölem var. Üstelik senin dîninden. Onunla değişelim, dedi.
Ümeyye:
- Kabul ettim, dedi.
Ebu Bekir (r.a) kölesini vererek Bilâl'i (r.a) alıp âzad etti. Ebû Bekir'in (r.a) Medine'ye hicret etmeden önce satın alıp âzad ettiği köleler Bilâl (r.a) ile yedi kişi idi”[3]
Osman (r.a.) şöyle demiştir: «Bir gün Peygamberimizle (s.a.v) birlikte Batha mevkiinde yürüyordum. Baktık ki Ammâr'ın (r.a) babasına ve annesine - İslâm'dan dönmeleri için - güneş altında işkence ediliyor. Ebû Ammâr(r.a):
- Yâ Resûlâllah (s.a.v), her zaman böyle mi devam edecek? diye yakındı.
Allah Resûlü (s.a.v):
- Sabır, ey Yâsir âilesi, sabrediniz! deyip şöyle duâ buyurdu:
- «İlâhî! Yâsir âilesini bağışla! Zaten bağışladın da”[4]
Şa'bî şöyle demiştir: “Bir gün Habbâb b. Erett (r.a.), Ömer b. Hattâb'ın (r.a.) huzuruna çıktı. Halife-i müslimin, Habbâb'ı (r.a) kendi yerine oturttu ve:
- Yeryüzünde bu makamın müstahıkkı tek bir kişidir, dedi.
Habbâb (r.a):
- Kimdir o, ey Emire'l-mü'minin? diye sordu.
- Bilâl(r.a):
Habbâb:
- O benden daha lâyık değildir. Çünkü Allah müşriklere karşı ona bir hâmi lütfetmişti. Ama benim hiç bir destekçim yoktu, öyle bir günümü hatırlıyorum ki o gün müşrikler beni yakaladılar, benim için yaktıkları ateşin içine attılar. Bir adam ayağıyla göğsüme bastı. Her yanımı ateş sarmıştı. Toprağa yalnız sırtım temas ediyordu.
Sonra Habbâb sırtını açtı: Sırtı benek benekti.»[5]
Habbâb (r.a.) anlatıyor: “Müşriklerin çok şiddetli işkencelerine maruz kaldığımız bir gün Peygamberimizin (s.a.v) yanına vardım. Hırkasını yastık yapıp Kâbe'nin gölgesine uzanmıştı. Ben:
- Allah'a (şu müşriklerin helâki için) duâ etmez misin? dedim.
Doğrulup oturdu. Yüzü kıpkırmızı idi. Şöyle buyurdu:
- Sizden önceki milletlerde öyle kimseler vardı ki demirden taraklarla etleri kemiklerine yahut damarlarına kadar taranırdı da yine de bu işkenceler onları dinlerinden çeviremezdi! Şüphe yok, Allah, bu dâvâyı tamamlayacak, öyle ki bir süvâri, Allah'tan başka hiç kimseden korkmadan San'â'dan Hadramevt'e dek yürüyecek. Ama siz acele ediyorsunuz, buyurdu.”[6]
Âişe (r.a.) anlatıyor: “Bir gün Peygamberimizin (s.a.v) Sahâbileri bir araya gelince -ki hepsi otuz sekiz erdi- Ebû Bekir (r.a) ortaya çıkma konusunda Allah Resûlü'ne (s.a.v) ısrarda bulundu. Peygamberimiz de:
- Ebû Bekir, azız, dedi.
O ısrarını sürdürünce Resûlullah (s.a.v) ortaya çıktı, müslumanlar mescidin muhtelif köşelerine dağıldı. Herkes kendi hısımlarının bulunduğu yere gitti. Ebû Bekir (r.a) kalktı, halka hitâbede bulundu. Resûlullah (s.a.v) da oturuyordu. Bu hutbesi ile Ebû Bekir (r.a), Allah ve Resûlü'ne çağıran, ilk hatib oldu. Müşrikler Ebû Bekir (r.a) ile öteki müslümanlara hücum ettiler, İslâm erlerini fecî şekilde dövdüler. Ebû Bekir (r.a) ayaklar altına alındı, çok fena dövüldü. Fâsık Utbe b. Ebî Rebia, Ebû Bekir'e (r.a) yaklaşarak yamalı sert ayakkabılarıyla onu dövmeye, ayakkabılarını yüzünde gezdirmeye başladı. Sıçrayarak karnına çıktı, öyle ki babacığımın yüzü burnundan ayırdedilmez oldu. Teymoğulları koşarak geldiler, müşrikleri Ebû Bekir'den (r.a) uzaklaştırdılar. Bir elbise içinde taşıyarak evine götürdüler, öleceğinden şüpheleri yoktu. Sonra Temimoğulları Mescid-i Harâm'a girdiler ve:
- Ebû Bekir (r.a) ölürse Rebia b. Utbe'yi muhakkak gebertiriz, dediler.
Tekrar Ebû Bekir'in (r.a) yanına döndüler. Babası Ebû Kuhâfe ile Temim oğulları, Ebû Bekir'i konuşturmaya çalıştılar. Nihayet akşama doğru cevap verdi ve ilk sözü;
- Resûlullah (s.a.v) ne yaptı, nasıldır? diye sormak oldu.
Oradakiler kendisini azarlayıp kalktılar. Annesi Ümmu’l-Hayr'a:
- Kendisine bak, bir şeyler yedir, su ver, dediler.
Annesi oğluyla başbaşa kalınca ona bir şeyler yedirmeye uğraştı. Lâkin Ebû Bekir (r.a):
- Resûlullah (s.a.v) ne yaptı? deyip başka bir şey söylemiyordu.
Annesi:
- Vallahi arkadaşın hakkında hiç bir bilgim yoktur, dedi.
Ebû Bekir (r.a):
- Haydi Hattâb'ın kızı Ümmü Cemil'e git, Allah Resûlünü (s.a.v) ona sor, dedi.
O da çıktı, Hattâb'ın kızına gitti ve:
- Ebû Bekir (r.a), Muhammed (s.a.v) hakkında senden malûmat istiyor, dedi.
Ümmü Cemil:
- Ne Ebû Bekir'i (r.a) tanıyorum, ne de Muhammedi(s.a.v)! Ama istersen seninle birlikte oğlunun yanına giderim, dedi.
O da ‘Peki’ deyip birlikte geldiler. Ebû Bekir'i (r.a) baygın ve ağır bir halde buldular. Bunu gören Ümmü Cemil, bir çığlık atarak Ebû Bekir'e (r.a) yaklaştı ve;
- Vallahi bunu sana yapan güruh, fâsık ve kâfirdir. Ümit ederim ki Allah intikamını onlardan alır, dedi.
Ebû Bekir:
- Peygamber Efendimiz (s.a.v) ne yaptı? Ona ne oldu? diye sordu.
Ümmü Cemil:
- Annen var, duyar, dedi.
- Ondan sana bir zarar gelmez.
- Sağdır, iyidir.
- Nerede?
- Erkam’ın evinde!
- Allah'a ahdim olsun Peygamberin (s.a.v) yanına gitmedikçe ne bir şey tadacağım ne de bir şey içeceğim.
Annesi ile Ümmü Cemil beklediler; sokakta ayak kesilip insanlar çekilince Ebû Bekir'i (r.a) kolları arasına alarak Resûlullah’ın (s.a.v) huzuruna götürdüler. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve müslümanlar üstüne kapanıp onu öptüler. Allah Resûlü (s.a.v) kendisine çok üzüldü. Ebû Bekir (r.a):
- Annem babam sana kurban, yâ Resülâllah! O zümre yaptıkları dışında bende bir şey yok. İşte annem! Evlâdına karşı çok merhametlidir Sen mübareksin, onu Allah'a çağır onun için Allah'a dua et. Umulur ki Allah senin yüzün suyu hürmetine kendisini ateşten kurtarır, dedi.
Allah Resulü (s.a.v) de duâ buyurup onu Allah'a çağırdı. Kadın da İslâm’a girdi.
Müslümanlar Erkam' ın evinde bir ay kaldılar. Hepsi otuz dokuz erdi Ebu Bekir'in (r.a) dövüldüğü gün (Peygamberimizin amcası) Hamza (r.a.) da müslüman olmuştu.”[7], [8]
Hafs b. Hâlid naklediyor: “Musul'dan bize gelen bir ihtiyar bana şöyle anlatmıştı: Zübeyr b. Avvâm'a yolculuklarından birinde arkadaş olmuştum. Issız ve susuz bir yerde cünüp oldu. Bana:
- Bana siper ol, dedi.
Oldum. Bir ara göz ucuyla baktım, vücudunun her tarafı kılıç yaralarının izleriyle dolu idi.
- Vallahi, dedim, kimsede görmediğim yara izlerini sende gördüm.
- Onları gördün mü?
- Evet, gördüm.
- Allah'a yemin ederim ki o yaraların hepsini Peygamber Efendimizin (s.a.v) yanında Allah yolunda savaşırken almıştım dedi.”[9], [10]
‘Onu Yine Geçemedim’
Hak yolunda yarışmak, güzellik, iyilik ve takvada din kardeşleriyle tatlı bir rekabet içinde olmak ne güzel!
Hz. Ebubekr (r.a) ile Hz. Ömer (r.a) bu rekabetin en güzel örneklerini sergilemişlerdir. Onlar bir hizmet, bir faaliyet, hele de infak sözkonusu olduğunda hemen öne çıkıp hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardır.
Hz. Ömer, cihad için hazırlıkların yapıldığı, müslümanların güçleri oranında katkıda bulundukları bir dönemde kendi kendine der ki:
- Geçersem Ebubekr'i (r.a) bu sefer geçerim...
Her müslüman yapacağı yardımları getirip Peygamber Efendimize (s.a.v) vermektedir. Hz. Ömer'de (r.a) malının yarısını alıp getirir ve teslim eder.
- Ailen için geride ne bıraktın?
Efendimizin (s.a.v) bu sorusuna cevap gelir Hz. Ömer'den (r.a):
- Diğer yansını bıraktım, ya Rasulallah (s.a.v)!
Bir müddet sonra Ebubekr (r.a) gelir ve getirdiklerini verir.
- Ey Ebubekr, sen çoluk-çocuğuna ne bıraktın?
Cevap çok manidardır:
- Onlara Allah ve Rasulü'nü bıraktım.
Bu kez de geçememiştir Ebubekr'i. Çünkü O malının tamamını getirmiştir. Cihada, malının tümüyle ve bedeniyle katılmıştır. Hz. Ömer (r.a) kendi kendine hayret eder ve düşünür: "Hiçbir şeyde ben O'nu geçemem."[11]
Fedakârlığın böylesi
Müslüman olmadan önce Hz. Peygamber (s.a.v) ile görüşmelerde bulunmak üzere Medine’ye gelen Ebu Süfyan, müslümanların sabah namazı için seferber olup tatlı bir telaşa kapıldıklarını görünce hayret eder. Niçin böyle davrandıklarını sorar. Peygamberimizin (s.a.v) amcası Abbas (r.a) ona şu muhteşem cevabı verir:
- Allah Rasulü (s.a.v) eğer onlara yiyip içmeyi terk edip aç olarak ölmelerini emretse onu da yaparlar.”[12]
Peygamber amcasının (r.a) bu sözleri sahabenin gönüllerinde ışıldayan sevgi ve bağlılık ateşini özetlemeye yetmektedir.
Sadece Bedir’de yaşananlar bile bu sözün tasdiki değil midir? Savaş alanına doğru yürüyen 310 kişilik İslâm ordusunda sadece iki atlı, kırk kadar deve, altı da zırh vardı. Karşı orduda ise bine yakın asker, 200 at, 700 deve bulunuyordu. Ayrıca Kureyş ordusu savaş tecrübesi olan tam tekmil silahlı kişilerden oluşmaktaydı. Sahabiler ellerindeki birkaç deveye nöbetleşe binerek çoğunlukla yürüdü. 200 kilometrelik yolu çöl sıcağına rağmen Ramazan ayı olduğu için oruçlu olarak gelmişlerdi. Bu cefayı kıvanca dönüştüren sermayeleri ise, sarsılmaz imanları ve Allah Rasulü (s.a.v)’e olan muhabbetleriydi.
Ashabın İslâm davası uğruna nelere katlandığını anlayabilmek için onların yaşadığı dönemin imkân ve şartlarını iyi bilmemiz gerekir. Sahabenin gayret ve fedakârlığının büyüklüğünü ancak bu şekilde idrak edebiliriz.
Elbette o dönemde yol, su, elektrik gibi hayatı kolaylaştıran vasıtalar yoktu. Geceleri karanlıkta yakılan ateşlerin aydınlığı olurdu yalnızca. Kırbalara doldurulan sular çöl sıcağında ısınır, içeni serinletmezdi. Onlar bu kıt imkânlarla, deve veya at sırtında günler süren bir yolculuktan sonra tebliğ amacıyla gittiği yerlere ulaşıyorlardı. Hedefledikleri şehre vardıklarında ise kendilerine sahip çıkacak kimseler olmuyordu. Tek başlarına her şeyi göğüslüyorlardı. Büyük bir hazla üstlendiği görevi en iyi şekilde yerine getirmeye gayret ediyorlardı. İslâm’ı tebliğ ederken hiç kimseden utanmıyorlar, hiçbir tehlikeden çekinmiyorlardı, Allah Rasulü (s.a.v)’in talimatıyla üstlendikleri görevin, yüklendikleri sorumluluğun mukaddes bir dava olduğunu biliyorlardı. Hayatını bir davaya vakfetmek, bu uğurda canını feda etmek, dünyalık her zevkten vazgeçmek, aileden ve yurttan uzak kalmak kolay mı, bir düşünelim...
Sahabenin gayret ve fedakârlıklarını bilen bir kimse onları nasıl sevmez? Nasıl olur da bir sahabinin ismi anıldığında tazim ve hürmet ile “radıyallah”, yani “Allah ondan razı olsun" demez?
Hak Tealâ, Kur’an-ı Kerim’de onlardan razı olduğunu beyan etmiştir. Rabbimiz, Son Elçisi’ne biat eden ve her halükârda onun yanında yer alan sahabilerini anlatırken şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki, o ağacın altında sana biat ederlerken, Allah o müminlerden razı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için üzerlerine huzur ve güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile ödüllendirmiştir.” (Fetih/18)
Yine Rabbimiz hem Muhacirleri hem de onlara Medine’de kucak açan Ensar’ı pekçok ayet-i kerimede övmüştür. [13]
Vefa ile süslenen sevgi
Bugün bizler Rabbimizin aziz kelamını rahatça öğrenip okuyoruz. Sıcacık odalarımızda namazlarımızı eda ediyoruz. Akşam mükellef sofralarla oruçlarımızı açıyoruz. ilmihallerimizden ve diğer kitaplarımızdan dinî bilgileri çok rahat bir şekilde öğrenebiliyoruz.
İslâm davasının bizden evvel hangi fedakârlıklarla bugüne ulaştırıldığını düşünmek durumundayız. Bu çabanın ve fedakârlığın ilk halkasında yer alan kutlu nesil Sahabe-i Kiram’ı ise bir başka gözle görmeliyiz. “Ashab” veya “Allah Rasulü’nün arkadaşları” derken kimden bahsettiğimizi iyi bilmeliyiz. Kur’an okurken bu yüce kitabın bizlerin eline hiç bozulmadan gelmesinin onlar vasıtasıyla gerçekleştiğini; namazımızı Rasulullah’ın (s.a.v) öğrettiği gibi kılarken, orucu onun tarif ettiği şekilde tutarken, zekâtımızı yine onun bildirdiği şekilde öderken... yani farz ve nafile olarak her ne yapıyorsak bunu onlar vesilesiyle öğrendiğimizi unutmamalıyız.
Bu açıdan düşündüğümüzde, Allah Rasulü (s.a.v)’in çevresinde kenetlenmiş olan o güzel insanlara olan sevginin ve hasretin, vefa ile süslenmiş olduğunu görürüz. Allah (c.c) onların hepsinden razı olsun.[14]
[1] Biz Ve Onlar, Taha Yıldız, Semerkand Dergisi, Ağustos 2014.
[2] el-İsâbe: 3/634.
[3] Ebû Nuaym: el-Hılye: 1/148.
[4] Hâkim, İbn Asâkir.
[5] İbn Sa'd; 3/117.
[6] Buhâri, Ebû Dâvud, Nesâi, Ayni: 7/558.
[7] Hâfız Ebu’l-Hasan Trablûsi.
[8] Hayâtü's-Sahâbe, Şeyh Muhammed Yusuf Kândehlevi, Semerkand Yayınları, C.1, sf.249-251.
[9] el-Hilye.
[10] Hayâtü's-Sahâbe, Şeyh Muhammed Yusuf Kândehlevi, Semerkand Yayınları, C.1, sf.252-263.
[11] ‘Onu Yine Geçemedim’, M. Nezir Gül, Semerkand Dergisi, Ekim 2000.
[12] Abdurrezzâk, 9739.
[13] Biz Ve Onlar, Taha Yıldız, Semerkand Dergisi, Ağustos 2014.
[14] Biz Ve Onlar, Taha Yıldız, Semerkand Dergisi, Ağustos 2014.
Facebookta Paylaş

Paylaş