O Okuma Vakti
Download http://bigtheme.net/joomla Free Templates Joomla! 3

İSLAM’DA TASAVVUF VE TARİKATLAR

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ مُحَمَّدٍ سَيِّدِناَ عَلىَ وَالسَّلاَمُ وَالصَّلاَةُ الْعَالَمِينَ رَبِّ لِلهِ اَلْحَمْدُ
İSLAM’DA TASAVVUF VE TARİKATLAR
Tarikat yol ve usul manasındadır. Tarikat bir din ve mezhep değil, dini anlama ve yaşama şeklidir. İnsanı terbiye için kurulmuştur. Tarikatlar terbiye için tercih ettikleri usullere ve zikirlere göre farklı adlarla anılmışlardır. Tasavvufun kaynağı, doğunun felsefesi, batının batıl dinleri değil, Kur’an ve sünnettir.
Bu usul ve adaplar bizzat Kur’an ayetlerinden, rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin sünnetinden ve O’nun şerefli Ashabının (r.a) hâllerinden alınmıştır. Her şeyi ile Kur’an ve sünnete bağlıdır. Bu yolun usul ve âdapları, Kur’an ve sünnette ya açıkça belirtilmiş, ya da işaret, delalet ve sükût yoluyla kabul edilmiştir. Yani, İslam’ın ruhuna uymayan hiçbir şey yoktur.
Bu terbiye sistemi yeni bir din değildir; dinin ahlak derslerini talim ve tatbik eden bir okuldur. Hedefi, insanı güzel ahlaka ve Allah rızasına ulaştırmaktır. Metodu, muhabbetle kalpleri Yüce Allah’a bağlamaktır. Temel usulü gizli zikir, toplu zikir, muhabbet, sohbet, rabıta, hizmet ve edeple nefsin çirkin sıfatlarını ıslah etmektir.[1]
Tarikatın Temeli
Tasavvuf manevi bir terbiye metodudur. Bu terbiye ancak bir mürşid-i kamil rehberliğinde uygulanır. Onlar Allah dostlarıdır. Allah dostları ile yol gidenler ne Kur’an’dan ne de Sünnet’ten ayrılırlar. Belki tek başına kalanların Kur’an ve Sünnet yolundan ayrılma ihtimalleri daha yüksektir.
Allah dostları şeriat ve sünnete bağlılık konusunda çok özen göstermişlerdir. Bağlılarından alimlere bile kendilerinin hataları veye eksikleri konusunda uyarılmalarını istemişlerdir.
Gavs Bilvanisi (k.s) bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştur: "Şah-ı Hazne'nin ilk halifesi molla İbrahim'in henüz yeni halifelik aldığı sıralardı. Bir gün Şah-ı Hazne bana; "İbriği al, benimle gel!" diye emretti. Hemen ibriği alıp arkası sıra gittim. Köyden çıktık, biraz uzaklaştık. Bana, "İbriği yere bırak", diye emretti. Hemen ibriği bıraktım. Taharet alacağını zannettiğim için, arkamı döndüm ve beklemeye başladım.
Birden Şah-ı Hazne sessizce gelip arkadan beni kucakladı, her iki kolumu da sıkıca tuttu. Şöyle dedi: "Benim soracaklarıma doğru cevap vereceğine Vallahi ve billahi ve tallahi diye yemin et!" dedi. Cevap verdim. "Soracağınız şeyler eğer bildiğim şeylerden ise, vallahi ve billahi ve tallahi doğru cevap vereceğim" dedim.
Bana dönerek "Sen Şeriat âlimisin, söyle bana bakayım. Bende Şeriata muhalif, münafıklık (hâşâ) alâmeti, Allah'ın emirlerine aykırı ne gibi hareketler görüyorsun. Yemin ettin, söylemek mecburiyetindesin. Söyle bana bileyim." dedi.
Onun bu sözleri karşısında gözlerim yaşardı, boğazıma hıçkırık doldu. Tekrar yemin ettim. Vallahi de, billahi de tallahi de, sende zerre-i miskal kadar, şeriata uymayan bir hareket görmedim. Şeriata aykırı bir şeyin senden sadır olduğuna şahit olmadım. Hatta sende mekruhattan hilaful evlâ (En iyinin dışında) şeylerden bile görmedim. Benden aldığı bu cevap üzerine beni bıraktı ve Allah'a hamd-ü senalar etti.[2]
Seyyid Muhammed Râşid (k.s) hazretleri, ümmet-i Muhammed'e defalarca şöyle buyurdu: "Biz, Muhammed'in (s.a.v) sünnetini yaşıyoruz. Bende, Kur'an ve Sünnet'e muhalif bir hal görür de söylemezseniz mahşerde sizden davacı olurum!"
Gavs-ı Sâni hazretleri (k.s) şöyle anlattı:
“Ben bu göreve gelince, bir rüya gördüm. Rüyamda, başımın üzerinde bir taht yapılıyordu. Tahtı yapanlara, ‘Bunu kim için yapıyorsunuz?’ diye sordum. ‘Hz. Resûlullah (s.a.v) için yapıyoruz, o gelip oturacak’ dediler. Ben, ‘Ne kadar oturacak?’ diye sordum. Bana, ‘Bu kapıda sünnet-i seniyyeye uyulduğu sürece, Hz. Peygamber orada oturacak’ denildi. Biz de bütün gücümüzle sünnet-i seniyyeye uyarak Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) devamlı başımız üstünde oturmasına çalışacağız inşallah.”[3]
Tasavvufun Dindeki Yeri Ve Önemi
Din, Yüce Allah’ın kullarını terbiyesinden ibarettir. Bu terbiye üç temel alanda gerçekleşmektedir. Birincisi inanç, ikincisi ibadet, üçüncüsü de ahlaktır. Din inanmakla başlar; ibadet ve taatle yaşanır. Edeb, güzel ahlak, ilahi sevgi, kalp temizliği, nefis terbiyesi ile Allah’a dostluğun tadına varılır. Şu halde kâmil bir mümin olmak, dini kâmil olarak yaşamaya bağlıdır.
Dinimizin bu üç temel esasa dayandığını meşhur Cibril hadis-i şerifi ortaya koymaktadır. Bu hadiste geçtiği gibi Cebrail (a.s), kendisi bir şey öğrenmeye değil, bu yolla insanlara dini öğretmeye gelmişti. Onu, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e Yüce Allah göndermiş, onunla dinin aslını bizlere öğretmiş ayrıca Sahabe-i Kiram’a onu bu şeklide görme şerefini bahşetmiştir. Bu hadiste belirtildiği gibi, din üç temel üzerine bina edilmektedir. Bunlar: İman, ibadet, ahlak.
İman, inanç esaslarıdır. Bunu akide ve kelam alimleri inceler. İbadetleri fıkıh alimleri inceler. Ahlak ise, insanın iç terbiyesidir. Ahlak terbiyesi, ilim ve ahlak konusunda kâmil insanların rehberliğinde olur. Bu kâmil insanlar daha çok bir mürşid nezaretinde tasavvuf mekteplerinde yetişir.
Bu hadis-i şerifte belirtilen ihsan, asıl hedefi iç temizliği olan tasavvuf terbiyesinin temelini oluşturmakta ve bu terbiyenin önemini ortaya koymaktadır.
Her mümine, sahih iman ve düzgün ibadet farz olduğu gibi; kalp temizliği, nefis terbiyesi ve güzel ahlak da farzdır. Bu farzları yapmaya vesile olan şeyler de onlar kadar önemlidir.
Hiçbir mümin, ben imanı ve ibadeti öğrenirim, yaparım fakat bana ihlas lazım değildir; ilahi sevgi gerekmez, benim marifetullaha ihtiyacım yok, ben kalp temizliği istemem, nefis terbiyesi ile uğraşamam diyemez. Derse hak yolda gidemez, dinini hakkıyla yaşayamaz, Yüce Allah’ın rızasını kazanamaz, hakiki huzuru bulamaz.
Bitmeyen huzur ilahi sevgiye ve zikrullaha bağlanmıştır. Hiçbir zaman değişmeyecek bu kesin hüküm Kur’an-ı Hakim’de şöyle ferman buyrulmuştur: “Allah kendisine yönelen kulunu hidayete, rızasına giden yola erdirir. Onlar iman edenler ve kalplerini Allah’ın zikriyle huzura erdirenlerdir. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.” (Ra’d/27-28)
İşte tasavvuf, kalbi Allah ile tanıştırıp huzura kavuşturma yollarını öğreten ve bunu bizzat gerçekleştiren bir terbiye sistemidir. Tasavvuf, güzel ahlak okuludur. Kalp temizliği ve güzel ahlak, dinin bâtınî fıkhıdır. Buna Kur’an’da takva denir. Takvaya ulaşmak için yapılan mücahedeye tezkiye denir. Tezkiye, kalbi inkar, şirk, isyan ve gaflet kirlerinden temizlemek, ruhu arındırmak, nefsi çirkin huylarından kurtarıp güzel sıfatlarla bezemektir. Bütün bunlarla hedef, Yüce Allah’ın rızasına ve dostluğuna ulaşmaktır. Hedefi Allah rızası olan bir terbiyenin elbette bütün usul ve adabı da Allah rızasına uymalıdır.
Allah Teala, ilahi terbiyenin ve dostluğun merkezine Resûlü Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi koymuştur. Ona uymadan kimse Yüce Allah’a gidemez, O’na dostluk yapamaz.
Allah Teala bu konuda bütün insanlığın önüne şu ilâhî ölçüyü koymuştur: “Resûlüm! De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz/uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmran/31)
Alimlerin belirttiği gibi, bu ayette geçen ‘tabi olmak’, sıradan bir tabi olmak değildir. Buradaki ittiba, Hz. Peygamber’e (s.a.v) gerçek manada duyulan bir sevgiyi içine almaktadır. Bu sevgi, Fahr-i Kainat Efendimize (s.a.v) kalple, dille, özle, sözle, hâl ve ahlak ile tam bir teslimiyetle uymayı gerektirir. Mümin, içi ve dışıyla, inanış ve yaşantısı ile sünnete uyduğu ve buna ölene kadar sımsıkı sarıldığı zaman, Yüce Allah’a itaatini gerçekleştirmiş ve O’nun sevgisini kazanmış olur.
Efendimiz (s.a.v), Ashab-ı Kiram’a (r.a) dini, iman, ibadet ve ihsan boyutuyla öğretmiş, göstermiş ve yaşatmıştır.
Sahabe-i Kiram da (r.a) kendilerinden sonra gelenlere dini, iman, ibadet ve ihsan boyutu ile bir bütün olarak aktarmıştır. Din, ilk iki nesilde bir bütün olarak ele alınıyor, zâhirî ve bâtınî yönü aynı hassasiyetle korunuyor ve yaşanmaya çalışılıyordu.[4]
Tasavvufta İlk Hedef Kalp Temizliğidir
Kur'an, kalbin temizliğine "tezkiye" ismini vermiş ve ebedi kurtuluşu ona bağlamıştır.[5] Hz. Peygamberin (s.a.v) temel görevi de tebliğ ve tezkiye olarak belirlenmiştir.[6]
Tezkiye kalıbı değil kalbi temizlemektir. Bu ise kalbin şirk, küfür, isyan ve gaflet gibi mânevî kirlerden arındırılmasıdır. Bu arındırma iman, nur, feyiz, tövbe, istiğfar, gözyaşı ve ibadetlerle olur. Hadisler, güzel ahlakın asıl merkezi olarak kalbi işaret eder. Efendimiz (s.a.v), kalbin dini yaşantıdaki yerini şöyle tanıtmıştır:
“İnsan vücudunda öyle bir parça vardır ki, o iyi olduğu zaman bütün bedenin işleri iyi ve güzel olur. O bozulduğu zaman, bütün vücut bozulur. Dikkat edin o parça kalptir.”[7]
Bunun için mürşidler, insan eğitiminde ilk hedef olarak kalbi seçerler. Bütün gayretlerini, müridinin kalbinin uyanması ve ihyası için kullanırlar. Bu işi devamlı gündemde tutarlar; gerçekleşmesi için çok fazla zaman ayırırlar.
Üzülerek belirtelim ki, bugün insan kalbinin mânevî terbiyesi ihmal edilmiş, gayretler çoğunlukla mideye ve kalıba yöneltilmiştir. Kalp hastalığı denilince mânevî değil, maddi kalp hep anlaşıla gelmiştir. Öyle ki kalple işlenen günahlar gizli olduğu için zahirdeki günahlar kadar üzerinde durulmamıştır.
Mesela, adam öldürmek, içki içmek, yalan söylemek büyük günahlardandır. Bir mümin bunlardan sakındığı gibi, kalple işlenen kin, haset, kibir, riya, aşırı dünya sevgisi, kader ve kazaya itiraz, ilahi takdire rızasızlık, gaflet gibi gizli günahlardan sakınmamaktadır.
Hâlbuki İbn Hacer-i Heytemî'nin naklettiği gibi: “Kalple işlenen günahlar, dış azalarla işlenen günahlardan daha tehlikelidir. Çünkü onlar, sonuçta imanı zedeler, ibadetin kabul edilmesin engeller, amellerin sevabını yok eder. Gizli günahların çoğu insanı şirke sürükler, nifaka bulaştırır, dinden bile çıkarır. Ayrıca kalpte yer eden gizli günahlar, devamlıdır, her zaman insanı tehlikeye sokar. Zahiri günahlar ise böyle değildir.”[8]
Bir insan devamlı adam öldüremez, hiç ara vermeden içki içemez. Fakat hasetçi bir insan devamlı haset ateşiyle kavrulur. Kibirli bir insan her işinde kibrini ortaya koyar. Riyakâr bir insan, her ne yapsa işlerinde riya kokar. Aşırı dünya sevgisi, mal hırsı tedavi edilmezse, can çıkana kadar kalbe yara olur. Kalbi saran günahları fark etmek kadar, onları terk etmek de zordur. Bunun için gerçekten ıslah olmuş ve Allah ile huzur bulmuş insan sayısı azdır.
Tasavvufun ana konusu, batınî fıkıhtır. Batınî fıkıh, insanın iç âlemini oluşturan kalp, ruh, nefis ve diğer latifelerin tezkiye, terbiye, terakki ve inkişaflarını hedefleyen mânevî, nuranî, kalbî bir ilimdir.
Zahirî fıkıh vücudumuzun dış azaları ile yapacağı ibadet ve vazifeleri inceleme konusu yaptığı gibi, batınî fıkıh diyebileceğimiz tasavvuf da kalple ilgili ibadet ve ahlakları temel konusu yapmıştır.
Tasavvufun hedefi, kalbin ihsan mertebesine ulaşmasıdır. İhsan, kalbin gafletten uyanması ve mânevî kirlerden arınması sonucu yakin haline ulaşır. Yakin, kalbin Cenab-ı Hakk'ı görüyor gibi bir şuur ve hassasiyete sahip olması demektir. Bu hal, her mümin için bir hedeftir.
Büyük veli Ebü'l-Hasan eş-Şâzelî (k.s) şöyle der: "Mânevîyat ilmi ve terbiyesi almayan kimse, hiç farkında olmadan birçok büyük günah işlerken ölür gider."[9], [10]
وَآخِرُ دَعْوَانَا أَن الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
[1] Arîfler Yolunun Edebleri, S.Muhammed Saki Haşimi, Semerkand Yayınları, sf.25.
[2] Sohbetler, Seyyid Abdulhakim El Hüseyni (K.S) (Gavs-ı Bilvanisi), Sey-Tac Yayınları.
[3] Hayat Dengemiz, S.Muhammed Saki Erol, Semerkand Yayınları, sf.256.
[4] Arîfler Yolunun Edebleri, S.Muhammed Saki Haşimi, Semerkand Yayınları, sf.16.
[5] bk. A'lâ, 14-15; Şems, 9-10.
[6] bk. Al-i İmran, 164; Cuma, 2.
[7] Buhârî, İman, 39; Müslim, Masâkaî. 107; İbn Mâce. Fiten, 14.
[8] Heytemî, ez-Zevacir, 1/49.
[9] İbn Acibe, İkazu'l-Himem, 21.
[10] Kaynaklarıyla Tasavvuf, Dr. Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları, sf.27-31.
Facebookta Paylaş

Paylaş